Jump to content

(Haikyuu!! Fanfiction) Erratic Simian [FF] [1-10. Bölüm /21.06.2020 Güncellendi]


Önerilen İletiler

Erratic Simian (Haikyuu!! Fanfiction)

 

Hayatta yapacak pek bir şeyi kalmamış olmasına rağmen neşeli kişiliğinden ödün vermeyen Lena, anne ve babasının ayrılmasından sonra annesiye birlikte Japonya'ya gelir. Farklı bir ülkeye alışmanın zorluklarıyla baş ederken aynı zamanda kendine düzgün arkadaşlar bulma amacıyla yanıp tutuşuyordur. Bu amacını gerçekleştirmek onun için biraz zor olacaktır çünkü kontrol altına alınamayan kişiliği sağ olsun, onunla takılmak isteyen kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordur. Aynı sınıfta olduğu "uzaklaştırma alan öğrenci" ile kurduğu yakınlık, Lena'yı onun kişiliğini olduğu gibi kabul eden insanların yanına götürecektir.

 

Birinci Bölüm: Karasuno

 

Spoiler

Okulun ıssız koridorunda ilerlerken kalbim bir maratonun içindeymişim gibi atıyordu. Abartılmayacak seviyedeki heyecanımla birlikte korku, mutluluk ve endişe gibi duyguları aynı anda yaşıyordum. Yeni bir okula transfer olmak, her ne kadar ortaokulda üç kere okul değiştirmiş olsam da hala alışamadığım bir şeydi. Üstelik şu an yaşadığım şey, başka ülkedeki bir okula transfer olmaktı. Bunun yan etkileri bambaşka bir seviyedeydi. Daha önce yeni bir ortama girmeye korkmayan ben şimdi arkama bile bakmadan eve gitmek istiyordum.

 

Okul müdürünün bana söylediği sınıfın önüne geldikten sonra derin bir nefes aldım. Artık yeni bir başlangıç yapıyordum. Elimden geldiği kadar ortama uyum sağlamam gerekiyordu. Ortama uyum sağlamam ama kişiliğimden de ödün vermemem tabii ki. Yoksa hiçbir zaman gerçek arkadaşlar edinemezdim.

 

Kapıyı üç kere tıklattım. İçeriden "Gel!" diye bir ses gelince kapıyı sola doğru kaydırdım. Kapı, önceki okullarımın aksine yana kaydırarak açılıyordu. Öğretmenle göz göze gelip "Özür dilerim." dedikten sonra içeri girdim ve sınıftaki öğrencilere göz gezdirirken kapıyı arkamdan kapattım. Herkesin yüzünde şaşkınlık dolu bir bakış vardı. Benim geleceğimden haberleri yok gibi görünüyorlardı.

 

Bakışlarımı tekrardan öğretmene çevirdiğimde öğretmenin yüzünde küçük bir gülümseme olduğunu gördüm. Öğrencilerin aksine, öğretmenin benim geleceğimden haberi var gibiydi.

 

"Ah, sen transfer öğrenci olmalısın."

 

Kafamı salladım ve "Evet." diye cevap verdim. Hızlı adımlarla öğretmenin yanına gidip ardından sınıftakilere döndüm.

 

"Size transfer öğrenciyi tanıtayım. Lena Akrosiadis. Kendisi Yunanistan'dan geldi ve bugünden itibaren bu sınıfta olacak. Onunla iyi geçinin."

 

Öğretmen sözünü bitirdiğinde Japonlar'ın yaptığı gibi sınıfa karşı üst bedenim dümdüz olacak şekilde eğildim.

 

"İyi geçinelim lütfen!"

 

Öğrencilerden birtakım mırıltılar gelmeye başladı. Ne dedikleri anlaşılmıyordu ama benim Japonca konuşabilmeme şaşırdıklarını tahmin edebiliyordum. Öğretmen Yarı-Japon olduğumu söylememişti çünkü.

 

"Duvar dibindeki dördüncü sıraya oturabilirsin." dedi öğretmen. Sınıftakilerden sonra bir kere de öğretmene karşı eğildim.

 

"Teşekkür ederim!"

 

Sağ elimde tuttuğum çantamı sallaya sallaya sırama geçtim. Üzerimde aşırı yoğun bakışlar hissediyordum fakat pek fazla aldırmamaya çalıştım. Dersin İngilizce olduğunu gördükten sonra tüm dikkatimi derse verdim.

 

Zil çaldığında ben daha ne olduğunu anlayamadan sıramın etrafında bir kalabalık oluştu. Sınıfın çoğu benimle tanışmak için gelmişti. Bu kadar samimi bir ortam beklemediğim için yüzümde istemsizce bir şaşkınlık ifadesi oluşmuştu. Bir anlığına niyetlerinin başka bir şey olduğunu düşünsem de kızlı erkekli grubun içinde bana merakla bakan, parıldayan gözler görüyordum. Bu parıldayan gözlerde daha farklı şeyler olamazdı büyük ihtimalle.

 

İçlerinde varsa ona bir şey diyemezdim.

 

"Yunanistan'dan gelmiş olmana rağmen nasıl Japonca konuşabiliyorsun?" diye sorduğunu duydum birinin. Koyu kahve saçlarını salık bırakmış, minyon bir kızdı soruyu soran. "Annem Japon. Japoncayı ondan öğrendim." diye cevap verdim. Bu, onların daha da dikkatini çekmişti. Elimden geldiği kadar herkesle konuşup isimlerini öğrenmeye çalıştım. Erkekler o kadar cana yakındı ki bir an için ağlayasım gelmedi desem yalan olurdu. Yüzlerindeki o masum ifade, benim arkadaşlarım aklıma geldiğinde çok dikkat çekici bir hal alıyordu.

 

Arkadaşlarımı kötülediğimden değildi. Sadece bu kadar cana yakın olmak ileride büyük zorluklara yol açabilirdi, o açıdan söylüyordum.

 

Yanıma gelen herkesle tanıştıktan sonra üç kız olarak kalmıştık. Biri bana nasıl Japonca konuşabildiğimi soran kızdı, ismi Airi'ymiş; diğeri de onun yanındaki arkadaşıydı. Onun da ismi Kaede'ymiş. İkisiyle de kısa sürede kaynaşmıştık.

 

Ya da ben öyle zannetmiştim.

 

"Tüm sınıf bu kadar mı?" diye sordum Airi'ye. Elimden geldiği kadar sınıf arkadaşlarımın yüzlerini ezberlemeye çalışıyordum çünkü yüz ezberlemek konusunda tam bir özürlüydüm.

 

"Hayır." dedi Kaede, Airi'nin yerine. Hızlıca etrafına bakındıktan sonra bana doğru eğildi.

 

"Bir kişi daha var ama uzaklaştırma cezası aldığı için okula gelmiyor." dedi kısık sesle.

 

"Uzaklaştırma mı? Neden?" diye sordum merakla. Uzaklaştırma deyince istemsizce ilgim o yöne doğru kayıyordu.

 

Kızlar birkaç saniye birbirlerine baktılar. Soruma cevap verip vermemek arasında kalmış gibiydiler. Hah, diye geçirdim içimden. Eğer şimdiden böyle yapıyorlarsa ileride onlardan bir şey öğrenmek konusunda çok zorlanacaktım.

 

En sonunda Airi soruma cevap verdi.

 

"Müdür yardımcısıyla kavga etmiş. Kavgadan sonra da çok pahalı bir vazoyu kırmış."

 

Hala kısık sesle konuşuyordu. Daha fazlasını duymak için kaşlarımı kaldırdım. Başka bir şey söylenmeyince "Bu kadar mı?" dedim şaşırmış bir şekilde. Kızlar aynı anda başlarını salladılar.

 

"Sırf vazo kırdı diye uzaklaştırma cezası mı verilirmiş? Bizim okulda da bu tarz şeyler oluyordu ama pek büyütülmüyordu. Yani en azından uzaklaştırma verilecek kadar büyümüyordu."

 

Kızların bana dehşete düşmüşcesine bakmalarıyla kaşlarımı çattım. "Bunları tuhaf karşıladığınızı söylemeyin bana." dedim şüpheyle. Kurallara çok bağlı insanlar olduklarını biliyordum ama bu kadar olduklarını tahmin etmemiştim.

 

Airi tam bir şey söyleyecekken ders zili onun konuşmasını böldü. Kızların yüzünde rahatlamış bir ifade belirirken benim yüzümdeki ifade ise daha da değişik bir hal almıştı. Ciddi olamazsınız, değil mi? Böyle bir şey çok anlamsız. Uzaklaştırma almak bu kadar kötü bir şey olmamalı. Yoksa bir tek ben mi bunu normal karşılıyordum?

 

İçimde değişik düşüncelerle boğuşurken koparken dışarıdan sadece yerlerine gitmeleri gerektiğini söyleyen kızlara el sallamakla yetinmiştim.

 

Okul bitiş zili çalıp herkes sınıftan çıkarken ben hala çantamı düzenlemekle uğraşıyordum. Saniyeler içinde sınıfta tek başıma kalmıştım. Hazır sınıfta kimse yokken... diye düşünerek sınıfı dikkatlice inceledim. Yazı tahtasına kadar her yer tertemizdi, sıralar düzgünce hizalanmıştı ve sınıftaki eşyalar düzeltilmişti. "Öğrenciliğin de böylesi." diye mırıldandım. Japonya hakkında hiçbir şey bilmeyen biri burayı görse büyük bir ihtimal bu temizliği hademelerin yaptığını düşünürdü. Halbuki bunların hepsi öğrenciler tarafından yapılıyordu.

 

Okula farklı bir ayakkabıyla girmek bana zaten yeterince tuhaf gelirken şimdi de okulun böyle iyi olması beni şaşkına çevirmişti. Tabi bu benim gibi azıcık temizlik takıntısı olan biri için olumlu bir şeydi.

 

Çantamı alıp sınıftan çıktım ve koridorda yürümeye başladım. Yürürken aynı zamanda da okulun diğer bölümlerini inceliyordum. Asıl amacım okulun çıkış kapısını bulmak olmasına rağmen kulüp odaları, tuvaletler ve diğer şeyler derken kendimi okulun farklı köşesinde bir yerden çıkarken bulmuştum. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu ve çıkış kapısının yerini de unutmuştum.

 

Karşımda bir tek spor salonu vardı. Şu an durduğum yer de anladığım kadarıyla okulu spor salonuna bağlayan yol gibi bir şeydi.

 

Salondan gelen bağrışma sesleriyle dikkatim o yöne çekildi. Salonun kapısı yarı açık olmasına rağmen bağrışmalar tam olarak anlaşılmıyordu. Yavaş adımlarla bulunduğum yerden bahçeye çıktım ve spor salonunun camına gittim. Elimden geldiği kadar gizli bir şekilde camdan içeriye baktım. İçeride dört kişi vardı; turuncu saçlı biri, siyah saçlı biri, koyu kahve saçlı biri ve gri saçlı biri. Boyları bir hayli uzun olduğu için kaçıncı sınıf oldukları hakkında hiçbir fikrim yoktu.

 

Turuncu saçlı olan, siyah saçlıyla atışıyordu. Beni görmesinler diye biraz daha eğilip onları izlemeye devam ettim. Etraftaki toplardan anladığım kadarıyla burası voleybol kulübünün yeri olmalıydı.

 

Okulun voleybol takımı var demek. Maçları izlemeye gidebiliyor muyuz acaba?

 

İkisinin atışması daha da şiddetlenince beni görme olasılıklarının daha da arttığını hissedip pencereden çekildim ve salondan olabildiğince uzaklaşıp salonu okula bağlayan kısma geri girdim. Onları dikizlerken görülmek şu an için isteyeceğim en son şeydi.

 

Odak noktam voleybol salonundan çekilince tekrardan eski amacıma dönebildim; çıkışı bulmam gerekiyordu.

 

Çevreme son bir umutla bakındım; belki hala okulda olan birileri vardır ve bana çıkışın yerini söylerler diye ama benim mükemmel şansım nedeniyle, etraf bir çöl gibi ıssızdı. Omuzlarımı düşürüp iç çektim. Sanırım geldiğim yolu geri yürüsem daha iyi olurdu benim için.

 

Okula geri girmek için hamle yaptığım sırada bir çarpma sesiyle adımım havada kaldı. Daha arkamı dönmeye fırsat bulamadan bir voleybol topu hızlıca yanımdan geçti ve okulun kapısının olduğu yere doğru düşüp zıplayarak durdu. Salondan birinin "Aptal!" diye bağırdığını duydum fakat o an sese çok aldırış edememiştim. Gözlerim okulun kapısının yanında duran topta kilitli kalmıştı.

 

Hiç düşünmeden topun yanına koştum ve topu alıp geri koşarak salonun kapısına gittim.

 

Kapıdan girerken aniden birinin siluetiyle karşı karşıya geldim. Siluetin boyu uzun olduğu için yüzünü göremiyordum. Refleks olarak birkaç adım geri çekilip kafamı kaldırdım. Az önce dikizlediğim kişilerden koyu kahve saçlı olandı karşı karşıya geldiğim.

 

Beni fark etmesiyle o da birkaç adım geri çekildi.

 

"Ah, özür dilerim. Seni geç fark ettim."

 

Kafamı olumsuz anlamda sallayıp gülümsedim.

 

"Önemli değil."

 

Elimdeki voleybol topunu ona doğru attım.

 

Topu tuttuktan sonra minnetini göstermek maksadıyla eğildi.

 

"Teşekkür ederim."

 

Hala kapının önünde durduğumuz için içeridekilerin bize doğru baktığını hissedebiliyordum.

 

"Rica ederim."

 

Dudaklarımdaki gülümsemeyi devam ettirdim.

 

Eğilmeyi bıraktı ve ufak bir gülümsemeyle karşılık verdi. Fırsat bu fırsat diye düşündüm.

 

"Eeee şey, çıkışın ne tarafta olduğunu söyleyebilir misiniz?"

 

Çantamı tuttuğum elimle diğer elimi arkamda bağlayıp cevap beklercesine koyu kahve saçlının yüzüne baktım. Yakından bakınca fark etmiştim; saçları koyu kahve değildi. Onun

da saçları siyahtı. Koyu kahve olan şey gözleriydi.

 

Soruma karşılık yüzünde bir şaşkınlık ifadesi oluşsa da bozuntuya vermedi ve bana çıkışı tarif etti.

 

"Teşekkür ederim! Bir an okuldan hiç çıkamayacağımı sandım." dedim rahatlamış bir ifadeyle.

 

"Okulda yeni misin?" diye sordu merakla. Başımı salladım.

 

"Evet, maalesef."

 

Bir şey söyleyecek gibi oldu ama salondan gelen ses konuşmasını böldü.

 

"Daichi!"

 

Gri saçlı olan ona doğru seslendi.

 

"Geliyorum!" diye cevap verdi koyu kahve saçlı. Ardından tekrar bana döndü.

 

"Umarım Karasuno'ya alışırsın." dedi ve elini başının arkasına koyup gülümsedi.

 

"Umarım." diye mırıldanıp ben de gülümsedim.

 

Bu sefer otuz iki diş gülümsemiştim.

 

Onu işinden alıkoyduğumu anladığımda "Ben seni tutmayayım. Sonra görüşürüz!" deyip elimi salladım ve arkamı dönüp okulun içine doğru koşmaya başladım.

 

Koşarken, "Sonra görüşürüz." diye cevap verdiğini duymuştum. Okulun içine girip biraz yol kat ettiğimde soluk almak için durdum ve bana tarif ettiği yola doğru bakarak mırıldandım.

 

Daichi, ha?

 

 

 

   

     

     

   

 

 

 

İkinci Bölüm: Noya

 

Spoiler

"Anne?"

 

Uzun uğraşlarım sonucunda kendimi eve atmayı başardığımda, evi hakimiyeti altına alan televizyon sesini yok sayıp hiç vakit kaybetmeden ayakkabılarımı çıkardım ve çantamı odamın kapısına bırakıp salona geçtim. Annem, tahmin ettiğim gibi, koltuğa yayılmış televizyon izliyordu. "Evdesin?" dedim yarı doğrulayıcı yarı sorar bir tonda. Genelde bu saatlerde işte oluyordu ve akşama kadar gelmiyordu.

 

"Ne, evde olamaz mıyım?" dedi gözlerini televizyondan çevirme zahmetine bile girmeden. Gözlerimi devirip "Evet." diye mırıldandım ve bir şey söylemesini beklemeden banyoya gittim. Bir mekana girer girmez ellerimi yıkamak gibi bir alışkanlığım vardı. Ellerimi yıkarken aynı zamanda da aynada yüzümü inceliyordum. Güzel, bugün de göz altı morlukları yoktu.

 

Ellerimi havluya kuruladıktan sonra salona geri döndüm. Koltukta annemin yanına oturunca annem bakışlarını televizyondan ayırıp bana çevirmişti. Sonunda.

 

"Okul nasıldı?" diye sordu. Kahverengi gözleri merakla parıldarken dudaklarında nedenini anlamlandıramadığım bir gülümseme vardı. Annemin ana vatanında olunca, burada olan her şey annemin dikkatini çekiyordu. Özellikle de okul ve arkadaş gibi şeyler.

 

"İdare ederdi." dedim omuz silkerek. İlk günden biraz ilgi konusu olsam da bunun kalıcı olacağını düşünmüyordum. Birkaç güne sınıf ortamı eski haline dönecekti ve herkes kendi grubuyla takılmaya devam edecekti.

 

Annem yüzünü düşürünce istemsiz olarak ben de yüzümü düşürdüm. Bakışlarındaki merak, yerini sinire bırakırken bana vurmasın diye iki adım yana kaydım. Bir şeye normal cevap verdiğim zaman sürekli bana kızıyordu ve vurmaya başlıyordu. Buna önceden o kadar kafayı takmıyordum fakat yaşım ilerledikçe onun kızması benim de sinirimin bozmaya başlamıştı. Geçmişin etkisi, diye düşünüp geçiştirmeye çalışsam da benim de sabrım bir yere kadar dayanıyordu.

 

"Ne demek 'idare eder.' Hiçbir şey olmadı mı? Birileriyle konuşmadın mı? Öylece somurtup oturdun mu yani?"

 

Sorularını peş peşe sıraladığında seslice nefes verip "Evet anne, öylece oturdum. Bir bekle birkaç gün geçsin. Hemen olmuyor öyle ortama alışmak." dedim. Sesimde biraz da kızgın bir ton vardı.

 

Annemin yüzü biraz da olsa yumuşadı. "İyi." diye mırıldanırken aynı zamanda da oturduğu yerden kalkmıştı.

 

"Markete gidiyorum. Bir şey istiyor musun?"

 

Başımı olumsuz anlamda salladım ve kumandayı alıp televizyonun kanalını değiştirdim.

 

Δ

 

Karasuno'ya başlamamdan bu yana tam dört gün geçmişti ve ben hala okula doğru düzgün alışamamıştım. Birincisi; okul çok büyüktü, sürekli kayboluyordum. İkincisi; kantin çok uzaktaydı, ben gidene kadar yemekler bitiyordu. Üçüncüsü; öğrenciler çok çalışkanlardı, onları gördükçe içimde bir vicdan azabı oluşuyordu. Hal böyle olunca, okuldan aldığım azıcık zevk de sıfıra iniyordu.

 

Bugün, okuldaki beşinci günümdü. Dersin başlamasına on beş dakikadan fazla vardı. Sesli bir şekilde oflayıp yüzüm sola bakacak şekilde başımı sıraya koydum. Gözlerimi kapatsam anında uyuyacak bir ruh halindeydim ama daha ilk günlerimde derslerde uyumam negatif yönde dikkat çekerdi. Şu bi' ay içinde en azından uyku sorunumun bir şekilde üstesinden gelmem gerekiyordu.

 

Eğer yakınlarda bir otomat bulabilirsem, soğuk kahve alıp uykusuzluğumu şimdilik giderebilirdim.

 

Başımı sıradan kaldırıp çantamın içinden cüzdanımı aldım. Yaklaşık bir dakikalığına başımı sıraya koymuş olsam bile acayip mayışmıştım. Elimi ağzıma koyup uzunca esnedikten sonra gözlerimi ovuşturdum ve sınıftan çıkmak için kapıya doğru hamle yaptım. Daha birkaç adım atmıştım ki sınıfın kapısından içeri neredeyse ışık hızında denebilecek bir hızda bir şey girdi. Beynim, uyku sersemliğinden dolayı ilk beş saniye neler olduğunu algılayamamıştı. Algıladığında da kalbimin atış hızı ufak çaplı korkudan dolayı hızlanmıştı ve bedenim istemsiz olarak bir iki adım geri çekilmişti.

 

Sabah sabah nasıl bir enerjiydi bu ya?

 

Beynimdeki algılar artık tamamen açıldığında sınıfa girenin bir ‘şey’ değil, bir insan olduğunu gördüm. Bu okulun öğrencisi olduğunu tahmin edebildiğim halde okulun üniformasını giymiyordu. Üzerinde beyaz, kısa kollu bir tişört, okulun siyah kumaş pantolonu ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Saçları yukarı doğruydu ve saçlarının önü koyu bir sarıya boyanmıştı. Boyu biraz kısa olmasına rağmen boyunun çok fazla sırıttığı söylenemezdi. Asıl sırıtan şey, etrafa yaydığı yüksek miktardaki enerjiydi.

 

Ellerini belinin iki yanına koyup dudaklarına kocaman bir gülümseme yerleştirdi ve etraftan gelen mırıltıları umursamadan gözlerini sınıfta gezdirdi. O umursamasa bile benim dikkatim ister istemez mırıltılara doğru çekilmişti. Airi'nin "Nishinoya-san." diye mırıldandığını duyduğumda aklım, okulun ilk günü onlarla olan konuşmalarımıza gitti.

 

"Bir kişi daha var ama uzaklaştırma aldığı için okula gelmiyor."

 

"Uzaklaştırma mı? Neden?"

 

"Müdür yardımcısıyla kavga etmiş. Kavgadan sonra da çok pahalı bir vazoyu kırmış."

 

Taşların yerine oturmasıyla birlikte beynimde 75 voltluk bir ampul ışığı yandı.

 

O, uzaklaştırma alan çocuktu.

 

Birkaç kişiden daha "Nishinoya-san, Nishinoya-san bu..." tarzında mırıltılar gelince Nishinoya -artık adını bildiğime göre- elini kaldırdı ve yüksek sesle "Hey!" deyip dudaklarındaki gülüşü otuz iki diş sırıtmaya çevirdi. İçimden "Çok tatlııııı." diye çığlık atsam da bu ruh halimi elimden geldiği kadar yüzüme yansıtmamaya çalıştım. Şimdiden yüz verirsem ilerde o yüz dönüp dolaşıp bana girerdi.

 

"Oi, sen; yeni kız!"

 

Nishinoya'nın bana seslendiğini duyunca dalmış olduğum saniyelik düşüncelerden çıkıp gözlerimi kırpıştırarak Nishinoya'ya baktım. Gözleri, büyük bir dikkatle benimkilere odaklanmıştı. Kaşlarımı kaldırıp şaşkınlıkla "Evet?" dediğimde bakışlarındaki dikkati bozmadan hızlı adımlarla bana doğru geldi ve tam karşımda durup kolunu uzatarak işaret

parmağını bana doğrulttu.

 

"Sen, voleybol mu oynuyorsun?"

 

Yukarı kaldırdığım kaşlarımı aynı oranda çatarak "Voleybol mu?" dedim anlamamış bir ses tonunda. Beynimdeki çarklar, artık tamamen ayılmamdan dolayı bu sefer daha seri çalıştığı için cevabı bulmam bir öncekine göre daha kısa sürmüştü. Boyumdan dolayı öyle demişti.

 

"Haaa. Hayır hayır. Voleybol oynamıyorum. Boy uzunluğu genetik bizde."

 

Sağ elimi başımın arkasına koyup gözlerim kısılacak derecede sırıttım. Aslında o kadar abartılacak derecede uzun bir boyum yoktu. Nishinoya'dan hemen hemen bir alın yüksekliği kadar uzundum. Bayağıdır boyumu ölçmediğim için tam olarak kaç olduğunu da bilmiyordum. Çok ısrar edenler için "1.69 falanım herhalde." deyip konuyu geçiştiriyordum.

 

"Hımm. Anladım." dedi Nishinoya kafasını sallayarak. Bakışlarını yere indirirken kolunu da indirip elini çenesine koymuştu.

 

"Bu arada, bana 'Voleybol mu oynuyorsun?' diye soran ilk kişisin."

 

Neden bilmiyordum ama bunu belirtmek istemiştim. İçimden bir ses, ben konuşmasaydım muhabbetin orada biteceğini söylüyordu. Nishinoya elini çenesinden çektikten sonra şaşkınlıkla bana bakıp "Cidden mi?" diye sesli bir şekilde sorarken tepkisi karşısında kendimi tutamayıp gürültülü bir kahkaha patlattım ve başımı onaylama manasında salladım.

 

"Evet. Birazcık pohpohlanmış hissettim doğrusu."

 

İkimiz de gülmeye başladık. Bugün nedense iyi bir başlangıç yapmışım gibi hissediyordum. Uzun süredir gülmediğim şekilde gülmüştüm ve biriyle daha muhabbet kurmuştum. Hem de öyle saçma salak bir muhabbet değildi; gerçekten içten bir şekilde konuşabildiğim bir muhabbetti. Gerçi çok fazla sürmemişti ama ben yine de eğlenmiştim.

Gülmem durduktan sonra sıramdan telefonumu alıp saate baktım. Dersin başlamasına on dakika vardı. "Benimle otomat aramaya gelmek ister misin?" diye sordum. Güzel

 

muhabbet etmiştik madem, onu gittiğim yere davet etmemek kaba bir davranış olurdu.

 

"Gelmeyi çok isterdim ama yapmam gereken şeyler var."

 

Dudağımı üzüntüyle büküp "Tamam." diye mırıldandım. Daha fazla vakit kaybetmeyeyim diye tam vedalaşmak için bir şey diyecekken "Amaa..." diye devam etti Nishinoya. "Seni sevdim. İyi birine benziyorsun. Aynı zamanda şirinsin de. Seninle daha fazla vakit geçirmek isterim."

 

Ben şaşkınlık, biraz da mutlulukla dolu bir duygu kokteyliyle dolarken tanışma amacıyla elini uzattı.

 

"Adım Nishinoya. Nishinoya Yuu."

 

Nishinoya'nın elini sıkıp karşılık verdim.

 

"Lena."  

 

 

     

     

   

 

 

 

Üçüncü Bölüm: Teras

 

Spoiler

İçtiğim soğuk kahve etkisini göstermiş olmasına rağmen dersler hala kendi sıkıcılığını koruyordu. İlk derslerde biraz da olsa derse odaklanabilmişken öğle arası yaklaşmaya başladıkça derslere olan ilgim azalmıştı. Öğretmene göre dersi dinliyormuşum gibi gözüktüğümü hissetsem de aslında öğretmenin söylediği şeyler bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyordu. Zihnimde cirit atan düşünceler, beni derslerden şeytanın insanları kötülüğe sürüklemesi gibi sürüklüyordu.

 

Bu, kendimi bildim bileli böyle olmasına rağmen Yunanistan'dayken bana pek bir dezavantajı olmuyordu. Burada ise hala sınav sistemini tam olarak bilmediğim için resmen kendi kendimi ateşe atıyorum gibi bir şeydi. Bundan kurtulmam lazımdı biliyordum fakat kendimi odaklanmak için zorladığım halde çabalarım bir sonuç vermiyordu. Önünde sonunda yine dersten kopuyordum, yine dersten kopuyordum. Alışmıştım artık böyle olmasına. Yapacak bir şey yoktu.

 

Teneffüs zili çaldığında dalmış olduğum düşüncelerden çıktım ve başımı, yaslandığım elimden kaldırıp saate baktım. Öğle arasına girmiştik.

Nishinoya beni öğle arasında terasa çağırdığından beri öğle arası zilinin çalmasını bekliyordum. Yapacak işlerim var deyip derslere girmemişti fakat yine de bana zaman ayırma inceliğini göstermişti. O kadar sevinmiştim ki, dışarıya salak salak gülücükler saçtığıma yemin edebilirdim. Hemen onun yanına gidip daha fazla şey hakkında konuşmak istiyordum. Biraz daha sınıfta bulunursam 'yeter artıııkk' diye bağıracaktım.

 

Telefonumu yanıma aldım ve orta tempoda koşarak teras katına çıktım. Koridordakiler bana tuhaf tuhaf baksa da hiçbirini ciddiye almamıştım. Teneffüsü ne kadar idareli kullanırsak o kadar iyi olurdu bizim için. Teras kapısını açıp içeri girdiğimde Nishinoya'yı terastaki banklardan birinde otururken gördüm. Üzerine, okulun erkekler için olan siyah ceketini giymişti.

 

Beni görünce el sallayarak "Lena!" diye bağırdı. Karşılık olarak el sallamakla yetindim ve derin nefeslerim eşliğinde Nishinoya'nın yanına yürüdüm. Yürürken aynı zamanda ağzım açık bir şekilde terası inceliyordum. Terasta öğrenciler için banklar vardı ve terasın etrafı tel örgülerle çevrilmişti. Biraz daha kuytu köşelerde havalandırmayı andıran kocaman, küp şeklinde demir şeyler vardı. Orası beni pek ilgilendirmediği için o kısma pek dikkat etmemeyi tercih ettim.

 

Parmaklıkların oraya giderken "Burası çok güzeeel!" diye bağırdım Nishinoya'ya. Hayatında ilk defa terasa çıkmış insanlar gibi göründüğümü bilsem de Nishinoya'nın bunu yargılayacağını düşünmediğim için duygularımı olduğu gibi ortaya koymaya devam etmiştim. Başından beri istediğim de buydu, değil mi?

 

Parmaklıklardan bakıldığında, Miyagi'nin tepeden manzarası gözler önüne seriliyordu. Manzaraya karşılık yemek yemek, dedikodu yapmak ya da müzik dinlemek hoş hisler olmalıydı. Japon insanları, bu deneyimleri küçüklüklerinden beri yaşamışlardı. Bana ise lise ikinci sınıfta nasip olmuştu. Kızgın mıydım? Evet ama aynı zamanda şükrediyordum da. Birçok nedenden dolayı bu imkanlara sahip olamayan insanlar da vardı. Ben de neredeyse bu insanlardan biri oluyormuşum.

 

"Daha önce hiç teras katına çıkmadın mı?" diye sordu Nishinoya yanıma gelip. İkimiz birlikte gözlerimizi Miyagi manzarasına odaklamıştık. Başımı olumsuz anlamda sallayıp boğazımdan 'hayır' anlamına gelen bir ses çıkardım.

 

"Okulu daha tam olarak gezemedim bile. İlk gün kayboldum mesela. Çıkışa gideyim derken bir baktım; voleybolcuların olduğu spor salonunun oradayım."

Söylediklerim üzerine bir kahkaha patlatıverdim. Resmen her şekilde kendimi belli ediyordum. Bu okulda kaybolan ilk insan da benimdir herhalde. Bunun için bana plaket vermeleri gerekiyordu.

 

Nishinoya'dan ses gelmeyince "Bir şey mi oldu?" deyip bakışlarımı ona çevirdim. Kafasını biraz aşağı eğmişti ellerini yumruk yapmıştı. Gözlerini göremesem de, yüzündeki bir

damla hüzün parçasını yakalayabilmiştim.

 

Yanlış bir şey mi söyledim acaba? diye düşünürken saniyeler içerisinde yüz ifadesini eski haline çevirdi ve yumruk yaptığı elini serbest bırakıp kafasını bana çevirerek "Ciddi olamazsın! Sonra ne yaptın?" diye sordu. Yüzünden hüznü silse de gözlerinden her şey okunuyordu fakat fazla üzerine gitmek istemedim. Daha bugün tanışmıştık, bana anlatmak istemeyebilirdi.

 

"Sonraaa, spor salonundan sesler duydum ve merak edip salonun camından içeri baktım. Dört kişi falan vardı yanlış hatırlamıyorsam. İki kişi de birbirleriyle atışıyordu. Yolda görsem tanımam ama o derece unuttum yüzlerini. Zaten çok görünmüyordu."

 

Bir iki saniye durdum. Sonra aklıma aniden gelen şeyle "Haa ama.." diye devam ettim.

 

"Bir tane turuncu saçlı vardı. Onu tanırım büyük ihtimal. Saçları çok dikkat çekiyor çünkü."

 

Nishinoya'nın "Birinci sınıflar, ha?" diye mırıldandığını duydum.

 

"Ondan sonraaa tam geldiğim yolu geri dönecekken salondan voleybol topu fırladı. Ben de topun peşinden gidip topu aldım ve salonun kapısına gittim. Ben salonun kapısından girerken aynı anda da salondan biri çıktı; siyah-kahverengi saçlı mıydı neydi. Topu ona verdikten sonra çıkışı sordum. Tarif etti, ben de dediği yoldan gidip çıktım okuldan."

Sırtımı demirliğe yaslarken ağzım yarılacakmışçasına esnedim. Açık hava zihnimi mayıştırmıştı.

 

"Bu arada, sanırım adı Daichi'ydi."

 

İçimde, Nishinoya'nın bunu bilmek istediğine dair bir his vardı. Voleybolcularla bir bağlantısı olduğu gözle görülür bir gerçekti. Ne tür bir bağlantısı olduğuysa şimdilik meçhuldü.

 

"Daichi-san orada mıydı? Başka kimler vardı?"

 

Bakışlarımı ona çevirdim. Benim söyleyeceğim şeylerin arasındaki bir bilgiyi istiyormuş gibi gözlerini büyütmüş bana bakıyordu. Onun bu bilgiye aç hali için, beynimi zorlayıp salonda kimlerin olduğunu düşündüm.

 

"Hımm. Daichi ve turuncu saçlıdan bahsetmiştim zaten. Onların dışında gri saçlı ve siyah saçlı biri vardı. Gördüklerim bu kadar."

 

Kaşlarını sinirle çattıktan sonra arkasını dönüp "Korkak." diye mırıldandı dişlerinin arasından. Ortamın havası bir anda gerginleşirken yanlış bir şey söylememek için insanüstü çaba sarf ederek "İyi misin?" diye sordum. Ters bir cevap vermesinden korkmuyorum desem yalan söylemiş olurdum.

 

Derin bir nefes verdikten sonra tekrar bana döndü ve onaylarcasına başını salladı. Dudaklarıma küçük bir gülümseme yerleştirirken ses tonuma biraz merak tınısı katıp "Voleybol kulübündesin, değil mi?" dedim. Davranışları onu açık bir şekilde ele veriyordu.

 

Benim yumuşak yüz ifademe karşı, çattığı kaşlarını gevşetti ve gözlerini benden kaçırarak "Evet." diye mırıldandı. Yanaklarındaki hafif pembelik gözüme çarptığında, sadece ikimizin duyabileceği bir seste kıkırdadım ve Nishinoya'yı baştan aşağı süzdükten sonra "Tahmin edeyim; liberosun." dedim.

 

Onu süzdüğümü fark ettiğinde kollarını vücuduna yapıştırıp sahte bir sinirle "Boyumdan dolayı öyle dedin değil mi, ha, deği mi?" diye bağırdı. Reddetmemesinden, libero tahminimi doğru tutturduğumu anlamıştım.

 

"Bu kadar sinirlenme, Noyacchi. Erkekler on yedi yaşından sonra ergenliğe giriyorlar. Daha doya doya uzayabileceğin iki senen var."

 

Onu yatıştırmak için söylemiştim fakat Nishinoya'nın dikkati farklı bir şeyde takılı kalmıştı. Kafasını yana yatırıp "Noyacchi?" diye şaşkınlıkla sorarken vereceğim cevabın yan etkilerini hızlıca gözden geçirip uzun bir konuşmaya girecekmişim gibi sahte bir şekilde öksürdüm.

 

"Seni her gördüğümde nedense sana Noyacchi diyesim geliyor. Samimiyete göre böyle ekler de kullanılıyormuş diye duydum. Senin için sorun olur mu?"

 

Biraz önce yanaklarında beliren hafif pembeliğin şimdi daha koyusu belirmişti yanaklarında. Vücudu kaskatı kesilirken, gözbebekleri de eşzamanlı olarak büyümüştü. Bu tepkilerin Nishinoya'dan geleceğini kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim. Onu daha çok herkesle rahatça konuşabilen ve kimsenin ne dediğini umursamayan biri olarak düşünmüştüm. Demek ki kızlara karşı böyle bir zaafı vardı.

 

"O-Olm-maz."

 

Kekelemesinin ardından sertçe yutkundu. Konuyu değiştirmek amaçlı, kekelemesinin çok fazla üstünde durmadım ve "Yalnız, voleybolcuların takım ruhlarını çok kıskanıyorum, biliyor musun?" dedim iç çekerek. Söylediğimin doğruluk payı vardı, cidden kıskanıyordum. Öyle bir ortam yakalamak, Dünya'daki birçok şeye bedeldi bana göre. Hep öyle bir ortam istemiştim ve tabi ki bu hayalim hiçbir şekilde gerçekleşmemişti. Gerçi bu hayalimin gerçekleşmemesinde birazcık da benim hata payım vardı ama olsundu. Sonuç olarak; gerçekleşmemişti işte.

 

"Ah, seni kulüptekilerle tanıştırabilirim." dedi Nishinoya yanaklarındaki pembelik ve kekemeliği gider gitmez. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken bir adım geri çekilip gergince kıkırdadım.

 

"Eeee, şey. Emin değilim. Yani..."

 

"Hadi, bu kadar utangaç olma!"

 

Nishinoya, bileğimden tuttuğu gibi beni sürüklemeye başladığında hala devam eden şaşkınlığımla bir Nishinoya'ya bir de tuttuğu bileğime baktım. "Şey, Noyacchi; emin misin?" diye endişeyle mırıldanırken Nishinoya kafasını bana çevirip otuz iki diş gülümsedi.

 

"Evet. Seni çok sevecekler!"

 

Nishinoya'nın sürüklemesi eşliğinde terastan indikten sonra spor salonuna kadar koşmuştuk. Neden koşmuştuk, hiçbir fikrim yoktu. Sadece ortama ayak uydurmaya çalışmıştım.

 

Spor salonunun önüne gelip durduğumuzda heyecandan kalbime ağrılar girmeye başladığını hissettim. Nishinoya'nın tutuşu her ne kadar bana güven verse de, birden öyle 'Seni tanıştırayım' demesi hazırlıksız yakalanmama sebep olmuştu.

 

Gerçi bu, halimden memnun olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.

 

Voleybol kulübüyle tanışacaktım!

  

 

 

 

   

     

     

   

 

 

 

Dördüncü Bölüm: Kulüp

 

Spoiler

Salona girmeden önce derin bir nefes aldım ve destek amaçlı Nishinoya'ya baktım. Tuttuğu bileğimi bırakıp ceketini çıkarmıştı ve büyük bir gülümsemeyle bana bakıyordu. İşte bu benim giriş onayım diye geçirdim içimden. Bu saatten sonra ipler artık benden Nishinoya'ya geçmişti.

 

Salondan birkaç bağırma sesi duydum ve Nishinoya'ya sabitlediğim bakışlarımı salon kapısına yönelttim. Geçen gün de salonda bağrışma sesi vardı, bugün de vardı. Bağırmadan voleybol oynayamıyor muydunuz siz?

 

İkimiz de salon kapısının önüne yürüdük. İçeri girmek için adımımı attığım sırada Nishinoya "Ah, ayakkabılarını çıkarman lazım." dedi ve eliyle ayakkabılarımı işaret etti. Bilgisizliğimin getirdiği utançla "Aa, ıhm, p-pardon." gibi bir şeyler geveledim ve saniyeler içerisinde ayakkabılarımdan kurtuldum. Rezil olmuştum; tamamen rezil olmuştum. Nishinoya söyleyene kadar sağ tarafımdaki ayakkabı dolabını bile fark edememiştim! Dikkatsizliğim, en mükemmel şekliyle kendini gösteriyordu ve beni yerin dibine sokmaya devam ediyordu. Böyle devam et, dikkatsizlik!

 

Nishinoya çoktan salonun içine girmişti. Ben de onun peşinden salona girip onun yanına gittim. Bakışları, voleybol sahasının sağ tarafında bir şeye kilitlenmişti. Onun bakışlarının kilitlendiği yere baktım. Kulüpten olduğunu düşündüğüm biri sahanın en uç çizgisine geçmiş servis atmaya hazırlanıyordu. Etrafımdaki her şeyi soyutlayarak sadece onun servis atışma şeklini izlemeye odaklandım.

 

Topu sağ eliyle yukarı attı, ardından birkaç adım ileri koştu ve zıplayarak topa vurdu. Top, benim göremeyeceğim kadar hızlı bir şekilde filenin diğer tarafında doğru ilerliyordu fakat yanımda küçük bir rüzgar dalgası hissettiğimde Nishinoya için aynısının geçerli olmadığını fark ettim.

 

Ben daha topun elden çıktığı an ile fileyi geçtiği anda takılı kalmışken Nishinoya elinde tuttuğu ceketini atarak Flash'ın hızına rakip olabilecek bir hızda gelen topun karşısına geçti ve mükemmel bir şekilde topu karşıladı. Her şey o kadar aniden gerçekleşmişti ki, birkaç göz kırpmanın ardından olayın asıl etkisinin farkına varmış, şaşkınlıkla gözlerimi büyütüp ağzımı aralamıştım.

 

O an aklıma gelen ilk şey; böyle bir liberoya sahip olan takımın kaybetme olasılığı milyonda bir olduğuydu. Top ne kadar yere düşme tehlikesi geçirirse geçirsin, Nishinoya hepsini karşılayabilecek seviyedeydi. Voleybol hakkında pek bir bilgim olmasa bile bu yarım dakika içinde bunların farkına varabilmiştim.

 

Bakışlarımı Nishinoya'dan çekip servisi atan çocuğa çevirdim. O da aynı benim gibi şaşkınlıkla gözlerini büyütmüş, ağzını hafif aralamış bir şekilde Nishinoya'ya bakıyordu. Hatta o benden daha fazla şaşırmış gibiydi çünkü eminim ki Nishinoya'nın gelip de onun attığı topu karşılamasını beklemiyordu. Sonuçta Nishinoya içeri birden dalmış gibi bir şey olmuştu ve terastaki konuşmalarımızdan çıkardığım kadarıyla daha kulübe yeni gelen öğrencilerle tanışmamıştı. Büyük bir ihtimal, şu an o ikisi birbirlerini ilk defa görüyorlardı.

 

"Benden daha kısa biri!"

 

Sağ tarafımdan gelen tanıdık olmayan sesle tekrar Nishinoya'ya döndüm. Nishinoya'nın karşısında yaklaşık onunla aynı boylarda, Nishinoya'ya şok geçirmiş gibi bakan turuncu saçlı biri vardı. Nishinoya'ya bahsettiğim çocuktu o. Bizden önce de salonda mıydı yoksa ben mi yeni fark etmiştim? Nishinoya yanımda olsaydı ona sorardım fakat şu an birkaç metre ötemde, turuncu saçlının ilgi odağıydı olmakla meşguldü.

 

Turuncu saçlı, boyu hakkında yorum yapınca; yaklaşık bir saliselik bir 'şaşkınlıkla kalakalma' moduna girdikten sonra aynı hızda sinirli moda geçip "Huh? Hey, az önce ne dedin sen?" diye bağırdı. Bağırırken turuncu saçlının neredeyse içine girmişti ve sol elini göğsünün orda yumruk yaparken sağ eliyle sol elinin bileğini tutmuştu. Turuncu saçlı, Nishinoya'nın bu ani tepkisiyle korkudan kaskatı kesilip titremeye başladı. Gözlerini kapatıp "Ö-özür dilerim." derken aynı zamanda titremesini durdurmaya çalışıyordu.

 

Ben ise köşede gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

 

Titremesi geçip gözlerini açacak cesareti bulunca, Nishinoya'ya çekingen bakışlar atarak "Şey, boyunuz kaç acaba?" diye sordu. Nishinoya, omzunda tuttuğu ceketi tekrar yere atıp sağ eliyle kendini gösterdi ve "1.59 santimetre." diye cevap verdi. Turuncu saçlı, Nishinoya'nın cevabıyla daha da şok olmuştu. Aynı beyni yanmış robot gibi elleri göğüs hizasında havada kalmış, sanki karşısında ilahi bir varlık varmış gibi boğazından ince bir ses çıkarmıştı.

 

Daha fazla kendimi tutamayacağımı anlayınca arkamı döndüm ve elimi ağzıma koyup koşarak salondan dışarı çıktım.

 

Salondan birkaç adım uzaklaşır uzaklaşmaz kendimi tutmayı bıraktım ve içimde tuttuğum kahkahayı dışarı saldım. Neye güldüğümü tam olarak ben de bilmiyordum; Nishinoya'nın, boyu hakkında yapılan yoruma verdiği tepkiye mi yoksa turuncu saçlının Nishinoya'ya ilah gibi bakmasına mı?

 

Her şekilde, kahkaha atmaktan nefes alamayacak duruma gelmiştim ve biraz daha nefes alamazsam oksijensizlikten bayılacaktım. Kahkahalarımın arasından derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Farkında olmadan yolun kenarındaki duvarın dibine çökmüştüm. Elimi kalbime koyarak derin nefes alışverişimi devam ettirdim. Daha fazla gülme gelmiyordu; şanslıydım ki gülme krizine girmemiştim.

 

Okul kapısının oradan birtakım ayak sesleri gelmeye başlayınca oturduğum yerde kendimi toparladım ve ayak sesleri kimden geliyor diye baktım. Üç kişi, birbirleriyle konuşarak salona doğru geliyordu. Bir tanesi Daichi'ydi; diğeri, gri saçlı olan, geçen gün salonda onun adını seslenendi. Onların yanındaki kel çocuğu ilk defa görüyordum.

 

Beynim daha tam olarak düşünmeden bedenim oturduğum yerden kendini kaldırdı ve saniyeler içinde beni spor salonunun içine döndürdü. Yarım yamalak giydiğim ayakkabılarım hızlıca onları çıkarmamdan dolayı birbirlerinden ayrı yerlere uçmuştu. Salona dalarcasına girdiğimden Nishinoya, hala önünde duran turuncu saçlıdan bakışlarını ayırıp bana dikmişti.

 

"Lena? Sen ne ara dışarı çıktın?"

 

Salondaki diğer iki kişinin de bakışları bana döndü.

 

"Az önce çıktım. Birileri buraya doğru geliyor."

 

Ben bunu der demez arkamdan birtakım kıpırtı sesleri geldi.

 

"Ah, Noya-san!"

 

Daha fazla tanıdık insan salonu doldurduğunda hızlı ve gergin adımlarla Nishinoya'nın yanına gittim ve 'Ben de buradayım' diyebilmek amacıyla tişörtünü çekiştirdim.

 

Bana bir iki saniye kaşları kalkık bir şekilde baktıktan sonra gelen kişilere dönüp ceketi milyonuncu defa omzuna atarak "Hey, Ryu." dedi. Üçü arasında kısa bir selamlaşma faslı geçtikten sonra arkama geçerek beni öne doğru ittirdi.

 

"Sizinle tanıştırmak için yanımda birini getirdim."

 

Gergin bir şekilde gülümseyip hafifçe eğilerek "2-3 sınıfından Lena." dedim. Birden tüm bakışların odak merkezi olmuştum ve nedense kusacakmış gibi hissediyordum. İlk önce kimin ismini öğrenmekle başlamalıydım ondan bile emin değildim.

 

Daichi ile daha önceden konuşmuşluğumuz olduğundan ilk önce ona döndüm.

 

"Sizinle birkaç gün önce konuşmuştuk zaten. Malum, benim kaybolma olayım..."

 

Kendi salaklığıma karşı gözlerimi devirdim.

 

El sıkışmak için karşısına geçtiğimde "Daichi, değil mi?" dedim. Nishinoya beni düzeltmediğine göre doğru hatırlıyor olmalıydım. Onaylarcasına başını sallayıp elimi sıktığında, Japonların genelde birbirlerine soyadları ile hitap ettikleri aklıma geldi ve tutuşumu sıkılaştırıp panikle Daichi'nin elini salladım.

 

"Aaa, çok özür dilerim. Size ilk adınızla hitap ettim ama isim ve hitap konusuna daha tam alışamadım. Sizin için sorun olur mu?"

 

Birileriyle tanışırken bu kadar panik olacağım hiç aklıma gelmezdi.

 

"Sorun değil, Daichi diyebilirsin." dedi Daichi hala sallamaya devam ettiğim elini durdururken. Derin bir rahatlama nefesiyle elimi geri çektim ve "Teşekkür ederim!" deyip yanındaki gri saçlıya döndüm.

 

"Üçüncü sınıflardan Sugawara. Tanıştığımıza memnun oldum."

 

Birbirimize tatlı bir şekilde gülümseyip el sıkıştıktan sonra sıra kel çocuğa gelmişti. Nishinoya ona az önce 'Ryu' diye seslendiği için onun da elini sıkarken kaşlarımı kaldırarak "Ryu?" dedim çekingen bir tonda. Ona da ismiyle hitap ediyordum. Umarım bir sıkıntı çıkmazdı.

 

"Bizimle aynı yaşta biri daha! Çok şanslısın, Noya-san."

 

Ryu, gözlerinden ışık saçarak Nishinoya'ya baktığında Nishinoya memnuniyetle kıkırdadı.

 

"Bu arada sizi tanıştırmadım. 2. sınıflardan Nishinoya."

 

Daichi araya girince, Nishinoya ile yeni kulüp üyeleri de tanıştılar. Ben de daha birinci sınıflarla tanışmadığım için beklentiyle onlara baktım.

 

Turuncu saçlı, bakışımı yakalayan ilk kişi olmuştu. Beklentimi karşılamak amaçlı bana dönüp Nishinoya'yla konuşurkenki enerjik sesiyle. "1-1 sınıfından Hinata Shouyou." diye bağırdı ve benimkine oranla biraz daha fazla olacak şekilde eğildi. 'Bana karşı eğilmenize gerek yok.' demek istesem de şu an öyle söyleyecek bir ortam olmadığından mecburen olayları akışına bırakmayı seçtim. Hinata'nın yanındaki siyah saçlı, Hinata'dan daha sakin bir ses tonuyla "1-3 sınıfından Kageyama Tobio." dedi ve yine Hinata'dan daha az bir şekilde eğildi.

 

İkisine de içten bir gülümsemeyle baktıktan sonra gözlerimi bütün kulüp üyelerinin üzerinde gezdirip "Tanıştığımıza memnun oldum." dedim neşeli bir ses tonuyla. Bir tanışma faslını daha başarılı bir şekilde atlatmıştım ve okula alışmaya bir adım daha yaklaşmıştım. Şimdilik her şey sorunsuz ilerliyordu.

 

  

 

 

 

   

   

 

 

 

Beşinci Bölüm: Yıldız

 

Spoiler

Nishinoya, Tobio ve Hinata aralarındaki muhabbeti ilerletirken ben de telefonumu çıkarıp saate baktım. Daha öğle arasının bitmesine çok var gibi görünüyordu. Hızlı bir şekilde sosyal medya hesaplarımı kontrol ederken aynı zamanda bir kulağımla konuşmaları dinliyordum. Önce aralarında bir ortaokul muhabbeti geçti; sonra Tobio, Nishinoya'ya neden bu okula geldiğini sordu. Sorusu ilgimi çektiği için kısa süreliğine gözümü telefondan çekip Nishinoya'nın vereceği cevaba dikkat kesildim.

 

"Ben, Karasuno'ya geldim çünkü..."

 

Tobio ve Hinata, pür dikkat Nishinoya'ya bakarken Nishinoya, soğukkanlılıkla başını kaldırdı ve aynı soğukkanlığı sesine yansıtarak "...kızların üniformalarına bayılıyorum." dedi. Yüz ifadesinin verdiği etki, söylediği şeyin etkisiyle o kadar zıttı ki, bir an için ne dediğini algılayamayıp sadece 'Ne?' tarzında bir şey olmuştum. Kızların üniforması okul seçmek için iyi bir etken olabilir miydi ki? Daha önce hiç üniformasına göre okul seçen birini görmemiştim. Tamam, ben de üniformalara dikkat ediyordum ama üniforma için okul seçmek bir kez olsun bile aklıma gelmemişti. Nishinoya, sen nasıl bir dünyada yaşıyorsun böyle?

 

Nishinoya, sözlerine devam edip muhabbeti Karasuno'daki kızlara kaydırmaya başlayınca, bakışlarımı tekrar telefonuma çevirdim ve "Manyak." diye mırıldanıp sosyal medyaya bakmaya devam ettim.

 

Manyak diye mırıldanmış olsam da 'sebep' i gerçekten hoşuma gitmişti.

 

Gerçi ben okulun üniformasıyla pek barışık sayılmazdım; o kurdele tarzı şey çok itici göründüğünden onu boynuma takmayı kesin bir şekilde reddetmiştim. Şimdilik neden takmadığımı soran olmamıştı, olursa da bahanemi hazır etmiştim: "Boynumu sıkıyormuş gibi hissediyorum ve nefes alamıyorum. O yüzden takmıyorum."

 

Bence gayet işe yarayabilecek bir bahaneydi.

 

Öyle bir an geldiğinde bu bahaneyi ortaya atmamla karşımdakinin nasıl bir yüz ifadesi alacağını merak ettim ve bu merak nedeniyle istemsizce dudaklarımdan bir kıkırtı döküldü.

 

Dışarıdan bakılınca bu kıkırtı, deliliğe attığım adımın bir işareti gibiydi fakat bu sadece küçük bir 'düşünceye dalış' meselesiydi. Her insan bazı zamanlarda yoğun düşüncelere dalardı ve bu düşüncelerin getirisi olarak ya mutlu olur ya üzülür ya da acı çekerdi. Ben sadece bu ifadeleri yüzüme yansıtmaktan kendimi alıkoyamıyordum. İster istemez yüzümde, o hayalimin bana kazandırdığı duygu ortaya çıkıyordu.

 

Normalde duygularımı çok iyi saklayabilen biri olsam da hayal dünyamın etkisi beni, kendimi saklama potansiyelimin çok ilerisinde bir yere götürüyordu.

 

Düşüncelerimin arasından telefonumun titremeye başlamasıyla sıyrıldım ve sinirle iç çektim. Bir kere de zamansız aramasanız olmaz mıydı? Telefonu salonda yanıtlayamayacağım için yine dışarı çıkmam gerekiyordu. Arayan kişiye bakıp ekranda 'Annem' yazısını görünce sinirlerim daha da tepeme bindi. Şimdi açmasam, iki saat onun bana kızmasını dinleyecektim. Babam burada olmadığından dolayı telefon konusunda çok hassaslaşmıştı ve hemen ona geri dönmezsem veya haber vermezsem günümü anında rezil ediyordu. Buna alışmıştım fakat bazen cidden kafama takabiliyordum.

 

Bugün o kızgınlığı hiç çekemeyeceğimden aramayı meşgule verdim ve koşar adım salondan çıkıp okul bahçesine doğru yürüdüm. Salondan çok fazla uzaklaşmamaya da özen göstermiştim.

 

Kendime düzgün bir yer bulduğumda rehbere girip annemi geri aradım ve telefonu sol kulağıma götürüp beklemeye başladım. Yaklaşık beş saniye sonra telefonun diğer tarafından annemin sesi geldi.

 

"Lena?"

 

"Efendim?"

 

Sırtımı okulun duvarına yaslayıp annemin söyleyeceklerini bekledim.

 

"Ne yapıyorsun?"

 

"Bahçedeyim?"

 

"Arkadaşlarınla mı?"

 

"Şu an hayır. Seninle konuşmak için köşeye kaçtım."

 

Annem, neşeli bir şekilde güldü.

 

"İyi kaynaşabildin yani sınıf arkadaşlarınla."

 

"Bunun için mi aradın?" diye sordum bıkkınlıkla.

 

"Evet."

 

"Ciddi misin?"

 

"Evet. Merak ettim işte."

 

Kafamı, yaslandığım duvara vurasım gelse de kendimi tuttum.

 

"İdare etmeye çalışıyorum. Zamanla bakacağız artık neler olacağına."

 

Şu an herkes gözümde melek gibi göründüğünden daha şimdiden "Bir sürü arkadaş edindim. Hepsi çok iyi insanlar." tarzında bir şey dersem sonrasında üzülen ben olurdum. Annemle konuşurken elimden geldiği kadar duygularımı alttan almalıydım.

 

"Soğuk davranma sakın çevrendekilere. Az neşeli ol, sıcakkanlı ol. O zaman bir sıkıntı çıkmaz."

 

Annem böyle dese de içimde hala birtakım şüpheler vardı. Sebebini tam olarak bilmediğim bir şekilde, kendimi onlardan biri değilmişim gibi hissediyordum. Halbuki daha önce Japonya'ya gidip gelmişliğim vardı ve dillerini çok iyi olmasa da biliyordum. Geçmişte böyle davranmama neden olacak kötü bir şey de yaşamamıştım. Kendimi onlardan dışlamak için hiçbir sebebim yoktu.

 

O zaman, neden onlarla yakınlaşmaya bu kadar korkuyordum?

 

"Denerim." diye mırıldandım gönülsüzce. İçimdeki tüm mutluluk uzun süre güneşin altında kalmış çiçek gibi solup gitmişti aniden.

 

"Tamam, kapatıyorum o zaman. Bir dünya işim var, eve geç gelebilirim."

 

Boğazımdan onaylarcasına bir ses çıkardım. Çok konuşmuştuk zaten. Faturaya yazık olacaktı.

 

"Bay bay."

 

"Baay."

 

Telefonu kapatıp avucumun içine aldım. Bir anda Dünya, rengini kaybetmişçesine gıpgri görünmeye başlamıştı gözlerime. Yeni bir ülkeye alışmak bu kadar zor muydu yoksa ben mi fazla abartıyordum? Sınıf arkadaşlarımla konuşmuştum, Nishinoya'yla da konuşmuştum, üstüne bir de voleybol kulübündekilerle konuşmuştum. Daha ne yapabilirdim ki?

 

Okuldakilerle birden yakınlaşmak beni çok yılışık biri gibi gösterirdi ve yılışıklık en sevmediğim şeylerden bir tanesiydi. Onun dışında, bugüne kadar okulda geçirdiğim zamanlarda da diğer sınıf arkadaşlarımla konuşmuştum; hepsi de benden memnun gibi görünüyordu. Ben de onlara karşı soğuk değildim, elimden geldiği kadar içten bir şekilde konuşmuştum onlarla. Buraya kadar her şey sorunsuzdu ve çabalarımın karşılığı bir bir bana yansımıştı.

 

O zaman neden hala kendimi bir adım bile ilerleyememiş gibi hissediyordum?

 

Telefon, avucumun içinde tost olma tehlikesi geçirirken gözlerimi kapattım ve kafamı aşırı sert olmayacak bir şekilde arkamdaki duvara vurdum. Bu tıpkı uçsuz bucaksız bir ormanın ortasında bataklığa saplanmışım gibiydi; ben tüm gücümü kullanıp yukarı çıkmaya çalıştıkça, hayat beni daha fazla aşağı çekiyordu. Yukarı çıkmayı denemeyi keseyim desem  olduğum yerde sayıyordum. Ne yapmayı seçersem seçeyim işin ucu yine benim negatif tarafıma dokunuyordu. Japonya'ya taşındıktan sonra ‘sonunda kurtuldum bu negatiflikten!’ diye sevinmeye başlamışken işler yine dönüp dolaşıp benim arkama dayanmıştı.

 

Bunları düşünmeden duramıyordum. Düşünceler beni tekrar hazırlıksız yakalamıştı. Dünya'nın rengi artık griden bile daha kötü bir renge bürünüyordu. Boğuluyordum ve bana yardım edebilecek hiç kimse yoktu.

 

Sonra Nishinoya'nın bağırışını duydum ve Dünya eski haline döndü.

 

Gerçek hayata dönmenin etkisiyle kalbim hızla atmaya başlarken neler olduğunu anlamak amacıyla bağırışların arasından anahtar kelimeleri seçmeye çalıştım. Birden bire neden kavga çıkmıştı ki? Anlaşmazlık desem, Nishinoya hepsiyle gayet iyi anlaşıyordu. Ruh hali de gayet iyiydi; neşeliydi. Birden böyle sinirlenmesini gerektirecek bir olay, böyle aniden birinin yamuk yapmasıyla ortaya çıkacak bir olay değildi. Daha derin bir şeylerin olması gerekiyordu; kız meselesi veya geçmiş meselesi gibi. En azından benim tahminim bu yöndeydi.

 

Nishinoya'nın sinirli bir şekilde salondan çıktığını gördüğümde sırtımı yaslandığım duvardan ayırdım ve elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde salon kapısına doğru yürüdüm. İçeridekilere neler olduğunu sormak, fikir üretmekle neler olduğunu bulmaya çalışmaktan daha mantıklı bir seçenekti.

 

Ben kapının önüne geldiğimde, içeridekilerin şaşkın bakışları bana yönelmişti. İçimdeki hafif korkuyu belli etmemeye çalışarak "Ne oldu?" diye sordum. Beklediğimin aksine, diğer kulüp üyelerinin surat ifadeleri insanı şüpheye düşürecek derecede sakindi. Sanki Nishinoya'nın böyle bir şey yapacağını biliyor gibiydiler.

 

"Önemli bir şey değildi. Kafana takma sen onu." dedi Daichi sakin tavrını koruyarak. Kafamı sallayıp başımı eğdikten sonra "Yine de peşinden gitsem iyi olur." diye mırıldandım çekingenlikle. Benim bu işe karışmam ne kadar doğru olurdu bilmiyordum ama Nishinoya'nın bu haline şahit olduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmak benim kesinlikle yapamayacağım bir şeydi. Çok fazla moral veremesem bile en azından onun yanında olduğumu hissettirmem gerekiyordu. Başka türlü içim rahat etmezdi.

 

Kafamı kaldırıp kulüp üyelerine aceleyle "Tekrardan sizinle tanıştığıma memnun oldum!" dedim ve üyelerin şaşkın bakışlarını üzerimde bırakarak Nishinoya'nın peşinden koşmaya başladım. Biraz uzakta olsa da hala görüş alanımdaydı ve son sürat koştuğum için gittikçe daha da yakınlaşıyordu.

 

Ben yaklaştıkça adım seslerimi duymuş olmalıydı ki yürümeyi kesti ve kafasını, gözleri bana bakmayacak şekilde hafifçe arkaya doğru çevirdi. Beni beklemek için durması gururumu okşamıştı doğrusunu.

 

"Hey." dedim yanına varıp soluklanmak için elimi göğsüme koyduğumda. Başka bir şey söylemeye şimdilik cesaret edememiştim. Nishinoya, ben geldikten sonra kafasını tekrar önüne çevirdi ve ellerini ceplerine atıp sinirle boğazından birtakım sesler çıkardı. Ona başka bir şey diyemiyordum ve bu beni acayip üzüyordu. Her ne kadar insanlarla çok rahat konuşabilsem de kendimi onların yanında en huzursuz hissettiğim an, sinirli oldukları andı. O zaman gerçekten de fişi çekilmiş robot gibi kalakalıyordum.

 

"Özür dilerim."

 

Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Nishinoya'nın benden özür dilemesini gerektirecek bir şey yoktu ortada. Neden benden özür diliyordu ki?

 

"Benim işim, paslaşmaları bağlamak..." diye devam etti Nishinoya. Şu an sinirliden çok kalbi kırılmış gibi görünüyordu. Bana içindeki duyguları söylemeye başladığını anladığımda devam etmesini sağlamak amacıyla başımı salladım. İçimden bir ses sadece dinlemekle kalacağımı söylese de bunu yapmam gerekiyordu.

 

"Smaçörlerin bölgesi havadır. Benim savaşabileceğim bir yer değil. Paslaşmaları devam ettirirsem, topu yere değdirmezsem, eminim ki yıldızımız onu sayı yapacaktır. Top bloktan sekse bile topu sahada tutacağımdan eminim."

 

Nishinoya...

 

"Ben sadece bana bir şans daha vermesini istemiştim."

 

İçimdeki sesin aynen söylediği gibi; hiçbir şey diyemedim. Yapabildiğim tek şey Nishinoya'ya üzgün bir şekilde bakmaktı. Bundan nefret ediyordum. Birileriyle empati kuramamaktan nefret ediyordum.

 

Özür dilerim, Noyacchi. Keşke içinde bulunduğun durumu anlayabilseydim.

  

 

   

     

   

 

 

Altıncı Bölüm: Senpai

 

Spoiler

İkimizin arasında kağıt kesiği kadar derin bir sessizlik oluştu. Nishinoya da ben ona cevap vermeyince başka bir şey söylememişti. Elleri ceplerinde okulun bahçesinde yürüyordu ve ben de kuyruk gibi onu takip ediyordum. Ne zaman bir şey söylemek için ağzımı açsam kelimeler boğazımda takılı kalıyordu ve ağzım açık bir şekilde öylece kalakalıyordum. Biri gelse veyahut Nishinoya'nın ruh hali kendiliğinden düzelse benim için çok daha iyi olacaktı. Öbür türlü bu sessizlik, öğle arasının bitimine kadar süregelecekti.

 

"Affedersiniz..."

 

Arkamdan Hinata'nın sesini duyduğumda Nishinoya'yı takip etmeyi kestim ve başımı arkaya doğru çevirdim. Evren beni duyuyor olmalıydı; Hinata da peşimizden gelmişti.

 

Tanrım, şükürler olsun!

 

Nishinoya "Hmm?" diyerek durdu ve Hinata'nın bir şey söylemesini bekledi. İkisinin arasına girmemek için sessizliğimi sürdürdüm ve birkaç adım geri çekildim.

 

"Nishiya-san. Liberosun, değil mi? Savunmadasın." dedi Hinata düz bir ifadeyle Nishinoya'ya bakarak. Demek ki, Nishinoya'nın libero olduğunu tek tahmin edebilen ben değildim. Bir de o kadar iyi tutturdum diye kendimle övünmüştüm.

 

Nishinoya, birkaç saniye durduktan sonra "Nishinoya olacak." dedi sakin ama bir o kadar da sinirli bir ses tonuyla. Noya kısmına ayriyeten bir vurgu eklemişti.

 

"Neden libero olduğumu düşündün? Kısa olduğumdan mı?"

 

Sağ tarafındaki ağaçlı banka otururken rahatlamak istermişçesine gözlerini kapattı. Hinata, yaklaşık iki saniye boyunca boş boş baktıktan sonra "Hı? Aa yok..." diye mırıldandı. Bakışları hala eski düz ifadesini koruyordu.

 

"Karşılaman inanılmazdı. Libero, en iyi karşılamayı yapan kişi olmuyor mu?"

 

Nishinoya, Hinata'nın sözleri üzerine gözlerini geri açarken kaşlarını hafifçe çatıp bakışlarında hiçbir duygu belirtisi göstermeden Hinata'ya baktı. Böyle bir cevap beklemediği biraz da olsa gözlerinden okunuyordu. İfadesiz bakışları yerini dudaklarındaki küçük gülümsemeye bırakırken "Öyleydi, değil mi?" dedi Nishinoya. Eski haline yavaş yavaş dönmeye başladığı etrafına yaydığı auradan belli oluyordu. Aferin sana, Hinata! Sayende Nishinoya, o bozuk ruh halinden kurtuluyordu.

 

"Sen, ne söyleyeceğini iyi biliyorsun."

 

Nishinoya'nın gülümsemesi beni neşelendirmişti fakat bu sefer de benim içime bir mutsuzluk oturmuştu. İçimdeki neşeye zıt bir somurtkanlıkla Nishinoya'ya "Boyundan dolayı libero olduğunu tahmin eden bir tek ben miyim?" diye sorarken aynı zamanda da gözlerimiz kesişmesin diye bakışlarımı kaçırıyordum. Davranışlarımın aksine pek bir suçluluk duygusu hissetmesem de yine de Nishinoya'ya kendimi affettirecek bir şey deme ihtiyacı duymuştum.  

 

"Özür dilerim, Noyacchi."

 

Nishinoya, elini sallayarak "Takma kafana." dedi ve bana içten bir gülümseme gönderdi. En azından boyuna o kadar da takık biri değildi.

 

Ya da bana karşı yumuşak davranıyordu. Spor salonundayken Hinata'ya olan tepkisini düşünecek olursak ikinci ihtimalim kulağa daha mantıklı geliyordu.

 

"Bu arada, Lena-san. Siz nasıl tanıştınız?"

 

Hinata, Nishinoya'dan bakışlarını çekip bana döndü. Ellerimi göğsümde kenetlerken "-san demene gerek yok. Lena diyebilirsin." dedim Hinata'ya bakıp gülümseyerek. Başını sallayıp "O zaman, Lena." dediğinde ben de başımı salladım ve sorusuna yanıt verdim.

 

"Aslında daha bu sabah tanıştık. Noyacchi, sınıfa girdikten hemen sonra beni gördü ve yanıma gelip bana 'Voleybol mu oynuyorsun?' diye sordu. Ah, sınıfa girişi çok havalıydı."

 

Nishinoya, onu pohpohlamamın verdiği havayla 'Ben mükemmelim!' der gibi başını salladı.

 

Nishinoya'nın uzaklaştırma aldığından bahsetmek istememiştim. Hinata da üzerine pek düşmemişti zaten.

 

"Gerçekten, boyun benden bile uzun!" diye bağırdı Hinata bana parıldayan gözlerle bakarak. Ben söylememiş olsam da boyumdan dolayı Nishinoya'nın öyle sorduğunu anlamıştı.

 

Hinata'ya kibirli bir bakış attım. Boyumun uzunluğuyla çok övünen biri değildim fakat beni övdükleri zaman nedense içimde bir ego oluşuyordu.

 

Hinata, aynı Nishinoya'yı ilk gördüğünde ona yaptığı gibi bana doğru yaklaştı ve neredeyse dibime kadar gelip aramızdaki boy farkına baktı. Alnı, kaşlarımın hizasındaydı; aramızda en fazla dört parmaklık bir mesafe vardı.

 

Geri çekilmeden durarak Hinata'nın da aramızdaki boy farkını ölçmesini bekledim. Gözlerini dikkatli bir şekilde bana odaklarken aynı zamanda da yardım amaçlı sağ elini kullanıyordu. Eliyle kendi alnına dokunup dokunduğu yerden benim kaşlarıma götürdükten sonra geri çekildi ve omuzlarıyla birlikte yüzünü de düşürerek üzgün bir şekilde bana baktı. Bir süre önce Nishinoya ondan kısa olduğu için sevinirken şimdi de ben ondan uzunum diye üzülüyordu.

 

Voleybol oyuncularının boylara bu kadar takık olması genetik gibi bir şeydi sanırım.

 

Hinata'ya moral vermek amacıyla "Boyuna bu kadar takılma. Noyacchi'ye de söylediğim gibi; erkekler geç ergenliğe giriyor. Bir sene sonra boyun birkaç santim birden uzayacak. Sen voleybol oynamaya devam etmeye bak." dedim neşeli bir ses tonuyla. Hinata'nın düşen omuzları tekrar yükselirken asık suratı yerini parıltı saçan bir gülümsemeye bıraktı ve gözleri kocaman açılırken "Gerçekten mi?" diye bağırdı heyecanla. Kafamı kendimden emin bir şekilde sallarken ellerimle ona onay işareti yaptım. Erkeklerdeki ergenliğin en iyi taraflarından biri buydu.

 

Hinata'nın heyecanı, bir şeyi hatırlamış gibi bir tepki vermesinin ardından yarıda kesildi ve bir öncekinden daha farklı bir heyecanla Nishinoya'ya döndü.

 

"Ah, bu arada; ayrıca kaptan senin için 'Gardiyanların Tanrısı'dır.' dedi."

 

Nishinoya'nın ağzı bir karış açılırken şaşkınlıkla gözlerini büyüttü ve "Ga-Gardi... ne? Ne dedin?" diye kekeledi. Yanakları utançtan hafifçe kızarmıştı. Sol elini başının arkasına koyup sağ elini Hinata'ya sallarken elinden geldiği kadar mütevazı olmaya çalıştığı yüz ifadesinden okunuyordu.

 

"Abartmış canım azıcık. Aslında ben o kadar şey eee..."

 

Cümlesini bitiremeden gözleri başka yere odaklı bir şekilde kalakaldı. Birkaç saniye öylece bekledikten sonra Hinata'ya dönerek "Gerçekten de dedi mi?" diye sordu. Hinata "Dedi dedi." diye onaylayınca biraz önceki utancını bastırdı ve sert bir ifade takınmaya çalışarak "Öyle havalı bir şey demesi umurumda değil tabii ki de. Öyle kolay kolay teslim olmayacağım!" dedi sesini biraz biraz yükselterek. Bunları dedikten sonra "Lanet olsun, Daichi-san!" diye bağırdı.

 

Hinata'nın yüzü tekrardan düştü. Göğüs hizasında yumruk halinde kaldırdığı ellerini yavaş yavaş düşürürken yüzüne hüzünlü bir ifade oturttu.

 

"Ben hala karşılamada berbat haldeyim; voleybolda en önemli şey olsa bile."

 

Nishinoya, yüzünü Hinata'ya çevirmeden öylece bekledi.

 

"Bu yüzden bana öğretin lütfen, Nishi... Nishinoya-senpai!"

 

Senpai kelimesi, Nishinoya'nın kalbine giden yolun son taşı olmuştu.

 

Kısa süreli bir çarpılma krizi geçirdikten sonra Nishinoya, oturduğu yerden kalkarak elini Hinata'nın omzuna koydu ve "İdmandan sonra sana dondurma alacağım. Çünkü ben senin senpai’n oluyorum." dedi. Senpai dedikten sonra baş parmağıyla kendini işaret etti.

 

Hinata'yı mutlu etmesinin ardından bana dönüp beni işaret ederek "Sana da alacağım. Okuldan sonra benimle spor salonuna gel." dedi. Dondurma kelimesi beynimde yankılanmaya başlarken küçük bir çocuk gibi zıpladım ve "Sen çok iyi bir senpai’sin!" diye bağırdım mutlulukla.

 

Büyük bir ihtimal ondan ay olarak büyüktüm ama bana dondurma alacağını söyledikten sonra ondan ne kadar büyük olduğum zerre umurumda değildi. İşin içinde bedava yemek varsa, yaşımı her şekilde düşürmeye hazırdım.

 

"Ama kulübe döndüğüm falan yok ha! Sana öğreteceğim, hepsi o kadar."

 

Hinata başını salladı ve Nishinoya'nın karşısında eğildi.

 

"Teşekkürler!"

 

Δ 

 

Akşama doğru Nishinoya ve diğer kulüp üyeleri karşılama idmanı yaptıktan sonra Nishinoya bize dondurma almıştı ve dondurmalar eşliğinde yürüyerek eve gitmiştik. Nishinoya'nın muhteşem öğretmenliği Hinata'ya bir şey kazandıramasa da onların idman yapışını izlerken çok eğlenmiştim. Diğer kulüp üyeleriyle daha fazla konuşma fırsatım olmuştu ve voleybolla ilgili aktiviteleri canlı olarak görmüştüm.

 

Aynı şekilde, diğer birinci sınıflarla birlikte benimle yaşıt olan diğer üyelerle, koçla ve takımın menajeriyle de tanışmıştım. Nasıl olduğunu tam olarak anlayamasam da kendimi birdenbire voleybol kulübünün içinde bulmuştum.

 

Başım, altına destek olarak koyduğum kollarımla birlikte sıranın üzerinde dururken dün olanlar beynimin içinde dönüp duruyordu.

 

Acaba farkında olmadan tuhaf bir hareket yapmış mıydım?

 

Daichi ve Suga ile konuşurken çok rahattım ve o zaman tuhaf bir hareket yaptığımı anımsamıyordum. Birinci sınıflar ve benim yaşımdakilerle de gayet iyiydik. Hızlıca bir gözden geçirince, rahatsızlık duyacağım hiçbir şey olmamıştı. Gün, Nishinoya ile tanışmamla birlikte mutlu bir şekilde son bulmuştu.

 

Nishinoya; sen benim kurtarıcımsın!

 

Dudaklarımdaki ufak gülümsemeyle başımı sıraya yaslamamın getirdiği uyku hissi birbirine karışırken huzurla gözlerimi kapattım. Hayatın artık bana iyi oynamaya başlaması, ileriki zamanlar için içimde umut tohumlarının oluşmasını sağlıyordu. Şu anki tek isteğim, bu umut tohumlarının filizlenemeden yok olup gitmemesiydi. Aksi takdirde daha ne kadar dayanabilirdim ben de bilmiyordum.

 

  

 

Yedinci Bölüm: Ders

 

Spoiler

Ortamın yavaş yavaş sıcaklaşmasıyla neredeyse uykuya dalmak üzereydim. Derse girmemize daha çok vardı fakat beynim uyumam için bas bas bağırıyordu. Normalde planım bir hafta kadar da olsa kendimi tutmaktı fakat bünyem buna izin vermiyordu. Derslerde uyumaya şu andan itibaren başlayacakmışım gibi görünüyordu.

 

Tam uykunun kollarına teslim olacakken birinin "Lenaaa!" diye bağırdığını duydum ve uyuşuk hareketlerle kafamı kaldırdım. Uyku ve gerçeklik arasında gidip geldiğim için bulanık gören gözlerimle adımı kimin seslendiğini göremiyordum.

 

Fakat göremesem de sesinden kim olduğunu tanıyabilmiştim.

 

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra Hinata'nın silueti net bir şekilde karşımda belirdi. Yanında Tobio'da vardı ve ikisi de dik dik bana bakıyordu.

 

"Hinata? Tobio?" diye mırıldandım bir Hinata'ya bir de Tobio'ya bakarak. Gözlerimin bulanıklaşması bir yana sesim de çatallaşmıştı. Gözlerimi ovuşturup uykumu ve bulanık görüşümü gidermeyi amaçlarken aynı zamanda da öksürerek sesimi normale döndürmeye çalıştım. Bunları yaparken ağzımdan büyük bir esnemenin kaçmasına engel olamamıştım.

 

"Seni görmeye geldik." dedi Hinata sanki normal bir şey söylüyormuş gibi. Kaşlarım şaşkınlıkla kalkarken, yarı-yatar pozisyonumdan doğruldum ve saliselik de olsa "Gerçekten mi?" dermişçesine Hinata'ya baktım. Benimle bu kadar çabuk kaynaşmaları beklediğim bir şey değildi. Japon insanlarına karşı çok önyargılı duygular beslemiştim, yanlış mı yapmıştım acaba? Çünkü burada geçirdiğim süre boyunca önyargılarımı haklı çıkaracak hiçbir şey yapmamışlardı.

 

Daha doğrusu kulüptekiler yapmamışlardı.

 

Şaşkınlıkla onlara bakarak yanlış bir algı ortaya çıkaracağımı anladığımda kafamı hafifçe sallayarak şaşkınlık transından çıktım ve "Otursanıza." diyerek yakınımızdaki sandalyeleri gösterdim. Sınıfta pek fazla kişi olmadığı için çevremizdeki sandalyelerin çoğu boştu.

 

Hinata sol tarafa, Tobio da sağ tarafa oturunca sağ dirseğimi sıraya koyarak başımı elime yasladım ve abla edasıyla sırıtarak gözlerimi ikisi üzerinde gezdirdim. Madem konuşacaktık, klasik şeylerden başlamak diğer şeylerden daha iyi bir başlangıç olurdu.

 

Sesime meraklı bir tını katarak "Dersleriniz nasıl? Alışabildiniz mi?" diye sordum. Ben daha okula alışamadığım için onların da bir nevi benimle aynı durumda olduklarını düşünmüştüm.

 

Donuk suratlarla bana bakmaya başladıklarında, kendimi tutamayarak ani bir kahkaha patlattım.

 

"O kadar mı kötü?"

 

Surat ifadeleri onları ele verse de yine de sorma gereği duymuştum. Lisenin ilk senesinde derslerin kötü olması gayet doğal bir şeydi. Ben liseye geçtiğim zaman notlarım ortaokul yıllarına göre neredeyse yerlerde sürünüyordu. Onları yükselteceğim diye rahatlığımı bir kenara bırakıp köpek gibi ders çalışmıştım. Köpek gibi dediğim de yine ortaokul yıllarıma göre tabi ki. Ortaokulda pek fazla çalışmaya alışkın olmadığım için lise zamanlarında bünyem bir süre bu 'ders çalışma' durumuna ayak uyduramamıştı. Daha şimdi, yeni yeni alışmaya başlamıştım.

 

Hinata'nın yüz ifadesi kasıldı ve "İngilizce'den hiçbir şey anlamıyorum." diye mırıldandı. Daha sınavlar başlamamış olmasına rağmen İngilizce notunu düşük beklediği yüzünden net bir şekilde okunuyordu. Japonya'da not sistemi nasıldı tam olarak bilmiyordum fakat konu İngilizce olunca konusu ne olursa olsun üstesinden gelemeyeceğim bir şey yoktu. Hinata şanslıydı ki benim gibi İngilizce'si çok iyi olan bir senpai’si olmuştu.

 

Bugün benim yanıma gelerek gönlümün kalesini fethetmişlerdi. Bunun karşılığı olarak ben de onlara derslerde yardım edecektim.

 

"Üzülmeyin. Derslerde ben size elimden geldiği kadar yardım ederim."

 

İkisinin de gözlerinde yüksek voltajda bir parıltı oluştu.

 

"Gerçekten mi?"

 

Aynı anda tepki vermeleriyle dudaklarımda geniş bir gülümseme belirdi. Gözlerinden fışkıran sırtlarını dayayabilecekleri birini bulmalarının verdiği rahatlama hissini iliklerime kadar hissetmiştim.

 

Güven verici bir şekilde başımı salladım.

 

"Bana güvenebilirsiniz."

 

Madem yardım edecektim o zaman şimdiden tam olarak neyle karşı karşıya olduğumu bilmem gerekiyordu.

 

"O zaman, Hinata; senin en kötü dersin İngilizce mi?"

 

"Evet." dedi ve başını önüne eğdi.

 

Bakışlarımı Hinata'dan Tobio'ya çevirip kaşlarımı merakla kaldırdım.

 

"Senin en kötü dersin ne?"

 

Gözlerini kısıp kısa bir süre düşündükten sonra "Japon edebiyatı." diye cevap verdi. İki ders de beni zorlayacak dersler değildi. Gerçi, geçen senenin edebiyat derslerini görmemiştim ve ne işledikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yine de konu anlatamasam bile en azından nasıl çalışacaklarını gösterebilirdim. Bunun bile onlara bir miktar fayda sağlayacağını umuyordum.

 

Kafamı sallayıp "Tamam. Gerekli gördüğünüz zaman yanıma gelin." dedim. Şu an çalıştırayım desem iyi olmazdı çünkü daha konularının neler olduğuna bakmamıştım. En azından birkaç gün onların defterlerini okumam gerekiyordu.

 

Bir ara onlardan ders defterlerini isteyeceğimi zihnime not aldım.

 

Ben kafamda planlar yaparken Hinata ve Tobio kendi aralarında muhabbete girmişlerdi. Birbirleriyle konuşurlarken aynı zamanda da birbirleriyle atışıyorlar gibi görünüyorlardı. Tıpkı okula transfer olduğum gün onları salonda gördüğüm gibi diye geçirdim içimden. Kesinlikle nerede olurlarsa olsunlar kişiliklerinden ödün vermiyorlardı.

 

"Üç gün sonra Aoba Johsai ile antrenman maçımız var. Acayip heyecanlıyım!"

 

"Bu sefer de maç esnasında heyecanlanırsan seni mahvederim. "

 

"Sonuçta kazandık ama, değil mi?"

 

"Boke! Eğer Oikawa-san sonradan gelmiş olmasaydı, o maçı kesin kaybetmiştik."

 

Tobio'nun ilk söylediği kelimede takılı kalıp merakla kaşlarımı çattım.

 

"Boke? Baka'nın farklı bir versiyonu falan mı?"

 

Hala Japoncam pek iyi sayılmazdı ve öğrenciler arasında konuşulan dili pek anlamıyordum. Bana Japoncayı annem öğrettiği için benim kullandığım kelimeler daha çok yetişkinlerin kullandıklarıyla benzeşiyordu. Ben konuşurken bu pek bir sıkıntı yaratmasa da dinleyici olduğumda bazı kelimeler bana sıkıntı çıkarıyordu. Cümleleri anlamakta zorlandığımı biraz da olsa hissedebiliyordum.

 

"Sayılır." dedi Tobio omuz silkerek. Geçen süre boyunca Hinata'ya göre daha sessizdi fakat biri onunla konuştuğunda gayet normal bir şekilde karşılık veriyordu. Düşündüğümün aksine insanlarla konuşmayı sevmeyen bir tip değildi; sadece kendisine sıra gelmesini bekliyordu.

 

Tıpkı benim bir zamanlar olduğum gibi.

 

"Ah, Lena. Sen de bizimle gelsene! Antrenman maçımızı izlersin."

 

Hinata bana döndüğünde bir an şaşkınlıkla afalladım ve afallamamın etkisiyle kendimi bir iki santim geri çektim. Beni maça mı davet ediyordu? İçimde her ne kadar küçük çaplı bir heyecan oluşsa da bu heyecanın dışa vurmasına izin vermedim. Heyecanlanmadan önce gerçekten onlarla gidip gidemeyeceğimi öğrenmem gerekiyordu.

 

"Şey, eğer gelmemde bir sakınca yoksa gelirim tabii ki."

 

"Sorun olmaz." dedi Hinata başını sallayarak. Söylediklerinden oldukça emin gözüküyordu.

 

"Hem, Nishinoya-san da sevinir büyük ihtimal."

 

Söyledikleri şeyler kabul edilebilir sebepler olduğundan "Tamam." dercesine omuz silktim.

 

"Öyle diyorsan."

 

Δ

 

Hinata ve Tobio gittikten sonra derse girer girmez öğretmenden izin istemiştim ve revire gidip akşama kadar uyumuştum. Uyandığımda hava neredeyse kararmıştı ve etraf çöl misali bir sessizliğe bürünmüştü. Tıpkı korku filmlerindeki gibiydi; sessizlik ve karanlıkla birlikte revirin açık camından hafif şiddetli bir rüzgar esiyordu ve rüzgarın etkisiyle perdeler deniz dalgaları misali hareket ediyordu. Üzerimde yeni uyanmışlığımın getirdiği sarhoşluk hissi olmasaydı bu ortamdan biraz da olsa korkabilirdim.

 

Yorgun gözlerle etrafıma çevirdiğim perdelere bakıp tüm vücudumla birlikte esnedim ve sağ tarafımdaki komidinden telefonumu aldım. Anneme önceden haber verdiğim için uyuduğum süre boyunca bir şey yazmamıştı. Annem dışında başka birisinden de bir mesaj gelmemişti.

 

Sıkıntıyla iç çekip yataktan kalktım. Anneme haber vermiş olsam da yine de çok geç olmadan eve gitmem gerekiyordu. Babam bu saatte dışarıda olduğumu öğrendiğinde bana kızabilirdi ve Yunanistan'a geri gelmem konusunda uzun konuşmalar yapabilirdi. Şu an bu konuşmaları dinlemeyi hiç istemiyordum, gereksiz yere moralimi bozuyorlardı.

 

Yeteri kadar ayıldığımı hissettiğimde yerde bıraktığım çantamı alıp birtakım işlerimi hallettim ve hızlı adımlarla revirden çıktım. Günümün birçoğu uyuyarak geçtiği için bugün Nishinoya'yla da doğru düzgün konuşamamıştım. En azından eve gitmeden önce spor salonuna baksam iyi olurdu. Hala okuldalar mı değiller mi onu öğrenmiş olurdum.

 

Okul karanlık olduğundan dolayı telefonumun ışığından destek alarak spor salonunun olduğu kısma yürüdüm. Burası da revirden pek farklı değildi. Revirden çıktıktan sonra duymaya başladığım pencere gıcırtıları bana adeta bir korku evinde olduğum izlenimini veriyordu. Geç saatlerde okulda olmak böyle bir şeymiş demek ki. Gündüz saatlerine göre daha sakindi ve insana daha fazla huzur veriyordu.

 

Okulda yaşamak gibi bir şansım var mıydı?

 

Salonun ışığı yolun belirli bir mesafesine girdiğimde hafif de olsa gözlerime ilişmeye başlamıştı. Spor salonunda hala birileri vardı.

 

Adımlarımı hızlandırarak okulun spor salonuna geçiş yapılan kısmına çıktım ve oradan itibaren hızlı adımlarımı koşmaya çevirerek spor salonunun kapısına ulaştım. Ayakkabılarımı çıkarma zahmetine girmeden başımı kapıdan içeri uzattım ve salonda olanların kim olduğuna baktım.

 

Daha doğrusu, olan kişinin kim olduğuna.

 

Salonda Tobio'dan başka kimse yoktu. 

   

     

     

   

 

 

Sekizinci Bölüm: Pasör

 

Spoiler

"Tobio?" dedim yarı şaşkınlık, yarı merak içeren bir ses tonuyla. Salonda sadece tek bir kişinin olacağını tahmin etmemiştim.

 

"Lena-san!" dedi Tobio yüksek sesle. Filenin benden uzak tarafında duruyordu ve elinde sarı- lacivert bir voleybol topu tutuyordu. Benim şaşkınlığımın aksine onun yüzünde gram şaşkınlık yoktu.

 

"Bana top kaldırabilir misin?"

 

Bakışlarım Tobio'nun elindeki topa odaklanırken düşünmeden kafamı sallayıp "Tabii." dedim ve ayakkabılarımı çıkarıp salona girdim. Tobio'nun olduğu yere yönelirken çantamı salonun duvar kenarında rastgele bir yere fırlattım.

 

Anlaşılan ev beni bir süre daha bekleyecekti.

 

"Kabul ettim ama topu nasıl kaldıracağım?" diye sordum Tobio'nun yanına vardığımda. Voleybol konusundaki cahilliğim kendini göstermeye başlamıştı. Tobio elinde tuttuğu topla yanıma geldi ve karpuzlama stilini gösterek "Bu şekilde atsan yeter." diye açıkladı nasıl yapacağımı. Aynı şekilde bana nerede duracağımı ve topu ne kadar yükseğe atacağımı da gösterdi.

 

"Anladım." diye mırıldandım ve topu almak için ileri doğru atıldım. Tobio topu bana verdikten sonra fileden birkaç metre açılıp bulunduğumuz sahanın arka kısmına geçti ve kafasını bana çevirerek topu fırlatmamı istercesine bir bakış fırlattı.

 

İşte geliyor, Tobio.

 

Topu filenin bayağı bir yukarısına çıkacak şekilde attığımda Tobio;ondan beklemediğim bir hızla sahanın ön kısmına geldi ve bedenindeki tüm güçle birlikte zıplayarak topa sert bir şekilde smaç vurdu.

 

Topun zemine çarpma sesi boş salonda yankılanırken refleks olarak ellerimle kulaklarımı kapattım.

 

O nasıl bir sesti böyle? Topun sağlam bir şekilde zeminden sekip sonra zıplaya zıplaya hareket ettiğini görmeseydim topun bu güç sonucu patlamış olacağını düşünecektim. Erkekler böyle toplar karşısında kolları kopmadan manşet vurabiliyorlarsa bence güzel bir şekilde ayakta alkışlanmaya ihtiyaçları vardı. Bana böyle bir top gelse büyük bir ihtimal bileklerimdeki damarlarım patlardı. Sırf bu bile sesten korkmam için bir etkendi.

 

"Sağır oldum galiba." diye mırıldandım acıyla. Ses saniyeler içinde varlığını yitirmiş olsa da kulağımdaki çınlama hala yerini koruyordu.

 

"İyi misin?"

 

Tobio merakla sorduğunda başımı sallayıp elimle onay işareti yaptım. Birkaç atıştan sonra kulağım sese alışırdı zaten. Fazla oyalanmadan devam etmek en iyisiydi.

 

Topların olduğu sepetten yeni bir top aldım ve bir öncekiyle aynı şekilde topu yukarı attım. Tobio'nun yerine geçip geçmediğine bakmadan topu attığımı sonradan fark etsem de Tobio'nun voleybol deneyimi, tam olarak yerine geçemese de hızlıca öne atılıp topa smaç vurmasına olanak sağlamıştı. Toptan çıkan ses bu sefer daha az acı verirken, "Pardon." diye mırıldandım çekingen bir ses tonuyla. Spordaki bu aceleci tavrımı tekrar ortaya çıkarmıştım.

 

"Önemli değil." dedi Tobio omuz silkerek. Ben gelmeden önce kaç saattir çalışıyordu bilmiyordum ama nefes nefese kalan bedenine dikkatlice bakınca yüzünde birikmiş ter damlalarını ve krem rengi tişörtünün belirli yerlerindeki ıslaklığı rahatça seçebilmiştim. Bu kadar uzun süre çalıştığına göre elinde çalışmasını gerektirecek önemli bir sebep barındırıyor olmalıydı.

 

Aklıma ilk gelen tahmini ortaya atarak "Antrenman maçı için mi çalışıyorsun?" diye sordum. Hinata'yla olan konuşmalarına ufak da olsa kulak misafiri olduğumda Tobio'nun ses tonundan bu antrenman maçı konusunda ne kadar ciddi olduğunu anlamıştım. Bu ciddiyet onun voleybola olan aşırı ilgisinden mi geliyordu orasını bilmiyordum fakat her şekilde onu çalışmaya zorlayan bir duyguya tutunuyordu. Bu duygunun ne kadar güçlü olduğu, yaptığı çalışmaların meyvesini yemeye başladığı zaman belli olacaktı.

 

Tabi, yiyebilirse.

 

Boğazından onaylarcasına bir ses çıkararak başını salladı.

 

"Voleybolda libero dışında mevkiiler var mı? Sahada altı kişinin olduğunu biliyorum ama libero dışında diğerlerinin ne olduğunu bilmiyorum." diyerek voleybol konusunu devam ettirdim. Sesimdeki istemsiz merak tınısı içten içe voleybola olan merakımı dışarı vurmuştu. Maçı izlemeye gideceksem voleybol hakkında birkaç şey öğrenmem benim yararıma olurdu böylelikle maçı izlerken hiçbir şey anlamadan öylece sahadakilere bakmazdım.

 

Televizyonda denk geldiğim bir maç olsaydı bu umurumda olmazdı fakat davet edildiğim bir maçı oyuncuları değerlendirerek izlemek hem benim için hem onlar için daha iyi olurdu. Çok fazla yardım edemesem de eski bilgilerimi de kullanarak biraz da olsa takıma katkı sağlamaya çalışabilirdim. 

 

Tobio'nun yüzü anında ciddi bir ifadeye büründü.

 

"Libero dışında orta oyuncu, kanat smaçörü ve pasör var."

 

Anladığımı belirtircesine homurtular çıkardım.

 

Bana kalsaydı, voleyboldaki tek mevkii libero olurdu.

 

Diğer terimleri tekrardan zihnimden geçirirken "Senin mevkiin ne?" diye sordum Tobio'ya. Sorduktan sonra smaç çalışması yaptığına göre smaçördür herhalde diye bir düşünce oluştu zihnimde fakat "Pasör." diyerek bu düşüncemi anında tuzla buz etti. Pasörün görevinin ne olduğunu bilmediğim için Tobio'ya herhangi bir tepki veremedim. Onun yerine "Pasörün görevi ne?" diye sordum.

 

Bu soruyu sormak Tobio'ya yaptığım en güzel iyiliklerden biriydi sanırım. Gözlerindeki oluşan parıltı, polaroid kameralardan patlayan kör edici flaşlardan daha parlaktı.

 

"Pasör, smaçörlere top atmakla görevlidir. Aynı zamanda da oyun kurucudur."

 

Kaşlarım kafa karışıklığıyla çatılırken "O zaman neden smaç çalışıyorsun?" diye sordum bu sefer. Böyle aniden sorunca Tobio'nun işine fazla burnumu sokuyormuşum gibi gözükmüştüm fakat sözcükler ağzımdan benim kontrolüm dışında dökülmüştü.

 

"Şey, Hinata'nın eve gitmesi gerektiği için..."

 

Cümlesini tamamlayamayıp birtakım mırıltılar çıkarırken hafifçe kıkırdadım ve ellerimi arkamda birleştirip "Tek kaldın yani?" dedim kıkırtımın arasından. Sesimde hafif bir alay tınısı vardı fakat amacım Tobio'yla alay etmek değildi, sadece birazcık şakacı davranmak istemiştim. Aradan çok fazla zaman geçmeden de bu tavrımı değiştirip eski, arkadaş canlısı halime geri dönmüştüm.

 

"Takma kafana. Smaç vurmayı biliyor olsaydım ben senin toplarına smaç vururdum ama maalesef sadece parmak pas ve manşet pas biliyorum."

 

Sepetten yeni top alırken aklıma gelen fikirle Tobio'ya döndüm.

 

"Madem sen benim pasörüm olamıyorsun, o zaman ben senin pasörün olayım. Topu parmak pasla kaldıracağım."

 

Bir şey söylemesini beklemeden topu bir kere yerde sektirdim ve sağ elimle topu kafamın üzerinde yukarı atıp ellerimi kaldırdım. Parmaklarım otomatikman parmak pasın pozisyonunu almıştı. Top ellerimin içine düşer düşmez tüm bedenimle zıplayarak topu filenin üzerine doğru attım ve bakışlarımı toptan ayırmayarak topun gittiği yolu izledim.

 

Benim topu atmamla birlikte Tobio, yavaş bir çıkışın ardından topa doğru atıldı. Acemi şansı mıydı yoksa başka bir şey miydi bilmiyordum fakat Tobio, topu karpuzlama attığım zamanki gibi mükemmel bir şekilde topa smaç vurdu ve asil bir hareketle ayakları üzerinde zemine indi.

 

Bakışları önce smaç vurduğu eline gitti sonra şaşkınlık dolu bir şekilde bana döndü. Neden bana öyle baktığını anlamadığımdan kaşlarımı çatıp "Bir şey mi oldu?" diye sordum ve ne olduğunu anlamak istercesine Tobio'ya yaklaştım. Sözlü olarak bana bir şey demiş olmasa da içimde istemsizce bir korku oluşmuştu.

 

Benim ona doğru yaklaşmama karşı hiçbir tepki göstermedi. Aksine, çatılan kaşları anında gevşedi ve salonda yankı oluşacak şekilde "Bir kez daha!" diye bağırdı. Bağırmasındaki ton, kızgın bir ton değildi. Aksine, ne kadar kararlı olduğunu bariz bir şekilde belli eden bir tondu. Sadece ses tonu da değil; çatık kaşlarından bana ciddiyetle bakan gözlerine, gözlerinden dimdik bir şekilde duran duruşuna, duruşundan derin derin nefes alışverişine kadar her şeyi onun kararlığını, voleybola olan tutkusunu gösteriyordu.

 

Neden voleybola karşı bu kadar tutkuluydu ki? Bana göre voleybol sadece normal bir spordu, daha fazlası değildi. 

 

Tamam, Nishinoya'ya takım ruhunu kıskandığımı söylemiştim ama voleybol hakkındaki düşüncelerim her gün değişkenlik gösteriyordu. Hala tam olarak voleybola karşı ne hissettiğimi bilmiyordum. Şu an içinse bana bu rekabet, Dünya'daki en saçma şey gibi geliyordu.

 

Düşüncelerim farklı yönde olsa da Tobio'ya "Tamam!" diyerek karşılık verdim ve bir süre daha Tobio'ya parmak pasla top kaldırdım. Ben ona top kaldırdıkça onun bana olan bakışları daha da yoğunlaşıyordu. Rahatsız olduğumdan değildi de, neden bana öyle baktığını merak ediyordum.

 

Yanlış bir şey yapmışsam veya yapıyorsam düzeltmek istiyordum çünkü. 

 

"Neden bana öyle bakıyorsun?"

 

Tam bana cevap vermek için ağzını açmışken telefonumun çalmasıyla öylece kalakaldı ve kelimeler dudaklarından çıkamadan ağzım geri kapandı. Telefon çantada olmasına rağmen boğuk zil sesi bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Elimdeki topu sepete bıraktıktan sonra Tobio'ya beklemesini işaret ettim ve koşarak çantamın yanına gittim. Çanta hala onu fırlattığım pozisyonda durduğu için çantamın içindeki eşyaların çoğu yamuk bir pozisyona bürünmüştü.

 

Telefonumu çantamdan çıkarıp arayanın kim olduğuna baktım.

 

Annemin aradığını görmemle dudaklarıma alaycı bir gülücük yerleştirdim.

 

Geç bile kalmıştı.

 

Telefonu sol elime aldıktan sonra "Efendim?" diye yanıtladım telefonu. Telefonun diğer tarafından annemin sinirli sesini duymayı bekliyordum fakat beklediğimin aksine annemin sesi sinirli değil de sakin bir tonda gelmişti.

 

"Neredesin?"

 

Ses tonuna olan şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak cevap verdim.

 

"Okuldayım hala."

 

"Tamam. Teyzenin evine gideceğiz. Seni almaya geliyorum. Beş dakikaya dış kapının önünde ol."

 

"Tamam."

 

Telefonu kapatıp üzgün bir yüz ifadesiyle Tobio'ya döndüm.

 

"Özür dilerim. Annem beni almaya geliyormuş. Gitmem lazım."

 

Onaylarcasına başını salladı. Telefonumu çantamın içine geri atıp çantamı yerden alırken "Tek başına idare edebilirsin, değil mi?" diye sordum. Erkek olabilirdi ama sonuç olarak benden bir yaş küçüktü. Senpai olarak benden küçüklere göz kulak olmak benim görevimdi.

 

"Evet." dedi düz bir ifadeyle.

 

"Güzel. Eve geç kalma, kendini çok yorma, akşam yemeği yemeyi unutma ve gece geç yatma."

 

Salonun kapısına doğru yürüdükten sonra Tobio'ya dönüp "Bay bay!" dedim ve hızlıca elimi salladım. Annem bana 'beş dakika' limiti koyduğundan elimden geldiği kadar oyalanmadan okul kapısına gitmem gerekiyordu.

 

Tabii, okulun çıkış kapısına giden yolu hala tam olarak ezberleyemeyen biri olarak bu benim için büyük bir sınav olacaktı.    

     

     

 

 

 

Dokuzuncu Bölüm: Seijoh

 

Spoiler

Okul servisinin içi, kulüp üyelerinin seslerinden dolayı gürültüyle dolup taşıyordu. Nishinoya ile Ryu'nun bağırışmaları, Tobio ile Hinata'nın atışmaları ve diğerlerinin onları sakinleştirme çabaları eşliğinde antrenman maçının olduğu yere yani Aoba Johsai okuluna gidiyorduk. Heyecandan dolayı kalbim normalden hızlı atsa da bunu dışarıya belli etmemeye çalışıyordum. Kendimi kaybetmemek adına diğerlerinden uzaktaki tek yer olan ön koltuğa geçmiştim ve dikkatim arka tarafa kaymasın diye gözlerimi ön camdan dışarıya dikmiştim. Kiyoko'nun yanımda oturuyor oluşu da bana bu konuda oldukça fayda sağlıyordu.

 

"İlk defa voleybol maçı izlemeye gidiyorsun, değil mi?" diye sordu Kiyoko bana dönerek. Biraz da olsa beni yatıştırmaya çalıştığı, dudaklarında bulunan iç ısıtıcı gülümsemeden belli oluyordu. Amaçladığımın aksine, heyecanlı ruh halim dışarıya mı vuruyordu yoksa heyecanlı olabileceğimi o mu tahmin etmişti bilmiyordum fakat yolculuğumun sakin geçmesi adına bu benim için çok iyi bir fırsat olmuştu. Kiyoko ile konuşursam göz açıp kapayıncaya kadar diğer okula varmış olurduk.

 

Başımı sallayıp omuzlarımı düşürürken "Evet." dedim zoraki bir ses tonuyla. Kendimi baskılamaya çalıştıkta patlayacakmışım gibi hissediyordum.

 

"Hoşuna gideceğine eminim. Karasuno artık yükselmeye başladığı için onlar da senin gibi heyecanlılar."

 

Anlaşılan o ki heyecanımı saklamaya çalışmam gereksiz bir çabaymış.

 

"Bu heyecanlarını bu şekilde dışa vurmaları çok... değişik ama."

 

Koltuğumdan yarı yarıya denecek şekilde kalkıp gizlice arkaya baktım. Yüzlerindeki ifade neşeli bir insanın yansıttığı hissi yansıtmasına rağmen içlerinde kopan asıl fırtınayı saklamaya yardımcı olamıyordu. Uzaktan pek fazla göremesem de Hinata'nın gergin ruh halini hissedebiliyordum.

 

"Biraz gürültücü olsalar da özlerinde hepsi, takımı için çalışan yetenekli insanlar."

 

Dudaklarımda ufak bir tebessüm oluşurken onaylar biçimde başımı salladım.

 

"Aynen öyle."

 

Voleybol hakkındaki duygularım sürekli değişse de onları böyle gördükçe voleybola olan yatkınlığım daha da artıyordu.

 

Kiyoko ile konuşarak geçirdiğimiz dolu dolu kırk dakikanın ardından Aoba Johsai okuluna gelmiştik. Araba, okulun bahçe kapısından içeri girdiğinde derin bir nefes aldım ve kucağımdaki eşya çantamı sıkı sıkı tutup gözlerimi etrafta gezdirdim. Bu okula ilk defa geliyordum ve özel okul olduğunu duyduğumda nedense bu okul ilgimi çekmişti. Karasuno'dan ne farkı vardı öğrenmek istiyordum.

 

Bahçedeki öğrencilerden gördüğüm kadarıyla bu okulun üniforması Karasuno'nunkine göre biraz daha canlı renkler içeriyordu; gömlekleri soluk lila rengindeydi, koyu kırmızı kravatları vardı ve ceketleri Karasuno'nunkinin aksine beyaz renkteydi. Etek ve pantolonlar açık kahverengiydi ve üzerlerinde siyah çizgiler vardı. Farklı olmayan tek bir şey varsa o da kızların boyunlarına taktıkları kurdele tarzı şeydi.

 

Her ne kadar bu okulunki ip şeklinde olsa da benim için kurdele her şekilde kurdeleydi. Ne şekilde karşıma çıkarsa çıksın onu boynuma takmak gibi bir düşüncem yoktu.

 

Servis, antrenman maçının yapılacağı salonun yakınında bir yerde durduğunda sırayla servisten indik ve grup halinde salona doğru yürüdük. Kulüp üyeleri önden yürürken ben arkada koç, Takeda-sensei ve Kiyoko ile birlikte yürüyordum. Benim bulunduğum kısmın aksine ön tarafta fırtına öncesi sessizlik hakimdi. Yüz ifadelerini göremiyordum fakat yürüyüş tarzlarından anlaşıldığı kadarıyla o kadar gerginlerdi ki dışarıdan bakan biri kavgaya gittiklerini düşünebilirdi. Karasuno'nun kulüp hırkasının siyah olması da bu düşünceyi destekler gibi oluyordu.

 

Aoba Johsai ile kesinlikle bir problemleri vardı. Ben ise problemin ne olduğunu bilmeden öylece peşlerinde dolaşıyordum.

 

Aslında, salonda çalıştığımız gün Tobio'ya sorabilirdim fakat olayın bu kadar ciddi olduğunu tahmin edemediğimden o an böyle bir şey sormak aklıma gelmemişti. Bunu sadece Tobio'nun destek alması gereken bir şey olarak düşünmüştüm. Tüm takımın böyle bir ruh halinde olacağını bilseydim, onlara bir şekilde ben de eşlik ederdim. Sonuçta benim okulumu temsil ediyorlardı ve başka bir okulla aralarında bir sorun olduğunda elimden geldiğince yasal bir şekilde olaya müdahale etmek benim de hakkımdı. Hatta onların dışında birinin müdahale etmesi daha doğru olurdu çünkü takımlar arası kavga çıktığında işin boyutu diskalifiye olmaya kadar büyüyordu.

 

Bizim takıma böyle bir şey olmasını istemiyordum. Ne olursa olsun onları resmi maçlarda oynarken görmek istiyordum.

 

Taraftarlık yaparkenki o duyguyu yaşamak istiyordum.

 

Bugün bu fırsat biraz da olsa elime geçmişti. Resmi maçlardaki gibi bir etki yaratır mıydı üzerimde bilmiyordum fakat elimden geldiği kadar Karasuno'yu destekleyecektim. Hem yanımda Kiyoko da vardı. Ondan destek alabilirsem bu işin üstesinden gayet güzel gelebilirdim. Endişeli düşüncelerle dolup taşsam da kendime güvenim maksimum seviyedeydi.

 

Çevremizdekilerin bize olan tuhaf bakışları eşliğinde spor salonuna girdiğimizde bizi karşılayan ilk şey Aoba Johsai takımının bağrışmaları olmuştu. Salonun içi o kadar karışıktı ki bir an için kendimi savaş alanının ortasına düşmüş gibi hissetmiştim. Birkaç kişi filenin dibinde manşet çalışması yaparken diğerleri de etrafı düzenlemekle uğraşıyorlardı. Koçlarını veya menajerlerini ortalıkta göremiyordum.

 

Ukai Koç, Takeda-sensei ve Kiyoko takımdan ayrılıp salonun ortasına doğru yürüdüklerinde ben de onların peşine takıldım. Belirli ayarlamaları yapmak adına üçü aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Benim ilgilenmemi gerektiren bir konu olmadığından onlardan birkaç adım arkada bekledim ve salonda üstünkörü göz gezdirerek konuşmalarının bitmesini bekledim. Kulağım saniyeler içerisinde gürültüye alışmış olduğundan artık ilk zamanki gibi sıkıntı yaratmıyordu.

 

Aradan fazla bir süre geçmeden Kiyoko'nun sesini duyduğumda başımı direkt ona doğru çevirdim. Çantasını bırakmıştı ve antrenman maçı için gerekli olan şeyleri hazırlamaya çalışıyordu. Yüzünde zorlandığına dair bir ifade olmasa da benim salonun ortasında öylece dikilmem içten içe tuhaf hissetmeme neden olmuştu. En azından Kiyoko'ya yardım edersem burada olmamın faydalı bir sebebi olacaktı, sadece dersten kaçmak için gelmiş olmayacaktım.

 

"Kiyoko-san, ben de yardım edeyim."

 

"Teşekkür ederim."

 

Kiyoko'nın elinden voleybol toplarının olduğu sepeti aldım ve sepeti önüme katıp düşük tempoda koşarak Ukai Koç'un yanına gittim. Koçun karşısında takım üyeleri, kısa kollu üstleri ve dizlerinin biraz yukarısında biten şortlarıyla ısınma hareketleri yapıyorlardı. Hepsi peş peşe sıralanmıştı ve Nishinoya, sıranın başını çekiyordu. Maç başlamadan önce toplarla bir şeyler yapacak gibiydiler fakat izlemeye vaktim olmadığından ne olduğuna çok dikkat edemeyecektim. Kiyoko'ya yardım etmem gerekiyordu.

 

"Teşekkürler."

 

Sepeti elimden alırken kibarlıkla başımı salladım.

 

"Önemli değil."

 

Ukai Koç'a küçük bir gülümseme gönderdikten sonra arkamı döndüm ve geri Kiyoko'nun yanına koşup ne yapmam gerektiğini söylemesi için bekledim. Sonunda kendimi biraz da olsa işe yarar hissetmeye başlamıştım. Üzerimdeki Karasuno'nun siyah hırkası, beni neredeyse takımın bir üyesiymişim gibi hissettiriyordu. Yavaştan terlemeye başlamış olsam da sırf bu his yüzünden hırkayı çıkarmak istemiyordum.

 

Altımdaki şort bana aşırı derecede terlemeyeceğim konusunda güven veriyordu.

 

Kiyoko bana yapabileceğim birkaç iş daha söyledi. İşlerin çoğu bizim takımın eşyalarıyla ilgiliydi; havluları düzenlemek, su şişelerini doldurmak ve takım için gerekli olabilecek şeyleri ayarlamak gibi. Sadece küçük bir kısmı Aoba Johsai kulübünün takımıyla ortak şeylerdi. Hepsini elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde bitirdim ve üçüncü defa Kiyoko'nun yanına gitmek için döndüm. Nefes nefese kalmış olsam da yapılacak başka bir iş olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu.

 

Vakit kaybetmemek adın, Kiyoko'nun yanına kalan tüm gücümle koşmaya başladım. Nefes alışverişim düzensiz olduğundan pek verimli koşabildiğim söylenemezdi, etrafımdaki insanların çoğunun varlığını hissedememekle beraber fazla uzağımda olmamasına rağmen Kiyoko'yu bulanık görüyordum. Buna rağmen koşmayı kesmedim ve bedenimdeki tüm enerjiyi bacaklarıma odakladım. Bunun bana biraz daha fayda sağlamasını umuyordum.

 

Ama umduğum gibi olmadı.

 

Salon kapısının önünden geçerken aniden önüme çıkan kişiyi fark etmemle durmaya çalışmam bir oldu fakat bacaklarım benim istediğim şekilde hareket etmedi. Hızımı alamamamın etkisiyle önümdeki kişiye çarptığımda dengemi sağlayabilmek amacıyla ileri doğru sendeledim ve hemen arkamı dönerek çarptığım kişiye baktım.

 

Gördüğüm şey karşısında gözlerim korkuyla aralandı.

 

Aoba Johsai hırkası giyiyordu. Kulüp üyelerinden birine çarpmıştım.

 

Benden daha uzun olmasından ve biraz da benim eğik durmamda, dolayı bana tepeden denebilecek bir şekilde bakıyordu. Koyu kahve gözleri merakla açılmıştı ve gözleriyle aynı koyuluktaki saçları ona çarpmamın etkisiyle hafiften dağılmıştı. Yüzünde herhangi bir acı belirtisi yoktu.

 

"Çok özür dilerim! Bir şey oldu mu?"

 

Endişeyle ellerimi uzattım. Eğer bir yerine bir şey olmuşsa kendimi hiçbir şekilde affetmezdim. Sırf benim yüzümden takımda oynayamayacak olması düşüncesi aklıma geldikçe midemin bulanmasına sebep oluyordu. Kendimi birdenbire o kadar pişman hissettim ki burası yüksek bir yer olsaydı kendimi buranın camından aşağı atabilirdim. Böyle bir sorumluluğu almak, özellikle de tanımadığım birinin sorumluluğunu almak bana çok ağır gelirdi. Bunu kaldırabileceğimden emin değildim.

 

Umarım işler o noktaya gelmezdi.

 

"Aaa, sen Karasuno'nun yeni menajeri misin?"

 

İçimdeki endişe duygusu aniden solarken şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Birkaç saniye önce omzuna sağlam bir şekilde geçirmiştim ve merak ettiği şey bu muydu? Onun için o kadar da endişelenmiştim halbuki!

 

Gerçi iyi tarafından bakarsam; ciddi bir şey olmamıştı. İleride vicdan azabı çekmek zorunda kalmayacaktım.

 

Duruşumu düzeltip her zamanki ruh halime döndüm.

 

"Aa, hayır. Ben gönüllü yardımcı menajerim."

 

"Gönüllü yardımcı menajer mi?"

 

Şaşkınlıkla kafasını yana eğdi.

 

"Evet."

 

Aradan bir iki saniye geçtikten sonra dediklerimin ne kadar saçma olduğunu fark ettim ve "Hayır, aslında yardımcı menajer falan değilim. Sadece maçı izlemeye geldim." diyerek dediklerimi düzelttim. Yapmaya çalıştığım espri istediğim etkiyi yaratmamıştı.

 

"Buraya kadar gelmene rağmen Karasuno'nun yenilişini izleyecek olman çok üzücü."

 

Ellerini hırkasının ceplerine sokup kendinden emin bir şekilde bana baktı. Dudakları, vereceğim tepkiyi beklemenin verdiği zevkle kıvrılmıştı. Ses tonu alaycı olmasına rağmen bana tepeden bakan gözleri, söylediklerinin gerçekliğini yansıtıyordu. Zihnim o sözleri bir kez daha tekrar ederken aklıma Hinata ve Tobio'nun birkaç gün önce yanımda konuştukları konu geldi. Tobio birinden bahsetmişti ve tam olarak ne söylediğini hatırlayamamakla birlikte o kişi olsaydı bir önceki maçı kesin kaybetmiş olacaklarını söylemişti.

 

Acaba şu an karşımda duran kulüp üyesi, Tobio'nun bahsettiği kişi miydi?

 

"Yenilgi bir son değildir. Bu zamana kadar bunu öğrenmişsindir diye umuyorum."

 

Sözler ağzımdan kontrolümde olmadan çıkarken kaşlarımı meydan okurcasına kaldırarak onun koyu kahverengi gözlerine baktım. Aramızdaki boy farkı nedeniyle başımı biraz kaldırmak zorunda kalmış olsam da bunu pek fazla önemsemiyordum. Zihnim sadece ağzımdan çıkan kelimelere odaklanmıştı.

 

"Sonuçta bu sözler, deneyimsiz birinin ağzından çıkmaz."

 

 

       

   

 

 

Onuncu Bölüm: Maç

 

Spoiler

Yaptığım imayı yakalamış olacak ki şaşkın bakışları oyunbaz bir hale büründü ve gözlerini kısarak dudaklarından belli belirsiz bir kıkırtı salıverdi. Meydan okuyan ruh halimi koruyup ona bakmaya devam ederken kıkırtısı karşısında bakışlarımı normale döndürdüm ve bir adım geri çekilerek aramızdaki mesafeyi açtım. Alaycı tavrım hala konumunu koruyordu.

 

"Lafını hiç esirgemiyorsun, ha?"

 

Ellerimi arkamda birleştirip küçük çocuklar gibi sallanarak sırıttım.

 

"Tabii ki."

 

Aramızda kısa süreli bir bakışma baş gösterdi. Bu bakışma pek fazla bir anlam ifade etmese de dudaklarımızdaki çarpık gülümseme ikimizin de bundan zevk aldığını gösteriyordu. Gözlerimiz arasında mekik dokuyan oyuncu ifade onun rekabet duygusuyla harmanlanınca beni neredeyse çileden çıkaracak bir haz ortaya koymuştu. İçten içe alev alev yandığımı hissedebiliyordum.

 

Maçta oynayan ben olmasam bile o kanı kaynamışlık hissini benimsemeye başlıyordum.

 

Bakışmamızı bölen, salon kapısından giren bir başka kişi olmuştu. Kısa, hafif dağınık ve koyu renkli saçları olan biri bize doğru gelip yanımızdan geçerken kafasını bizim olduğumuz tarafa çevirdi.

 

"Oikawa! Karasuno'nun menajerini rahatsız etme."

 

Keskin bakışları karşımdaki takım üyesine odaklanmıştı. Oikawa ise o keskin bakışları hiç umursamıyor gibi görünüyordu.

 

"Pekii.~"

 

Sol taraftan düdük sesi geldiğinde üçümüz de başımızı o yöne doğru çevirdik. Hazırlıklar tamamlanmıştı ve maç neredeyse başlamak üzereydi.

 

Oikawa, sağ cebinden çıkardığı elini veda amaçlı kaldırırken kibarlıkla gülümseyerek "Üzgünüm. Gitmem lazım." diye mırıldandı. Başımı onaylarcasına sallayıp "Ah, tamam." diye karşılık verirken kendi takımının toplandığı yere yöneldi ve ardından bana gülümseyerek el salladı.

 

"Görüşürüz, Bijin-chan!"

 

Sözlü bir karşılık vermeden ben de ona el salladım.

 

Biraz önce onu azarlayan kişi de aynı yöne doğru ilerledi. İkisi birlikte takım koçlarının yanına gittiğinde diğer kulüp üyelerinde yeşil renkte formalar aldılar ve bir çırpıda onları üzerlerine geçirdiler.

 

Karasuno'dakiler de aynı tarzda kırmızı forma giymişlerdi.

 

Takımlar artık maç için hizaya dizilirken olduğum yerde oyalanmayı bıraktım ve yine aynı tempoda koşarak Kiyoko'nun yanına gittim. O, Ukai Koç ve Sensei saha çizgisinin kenarındaki bankın orada duruyorlardı. Ben maçı nerede izleyeceğimi bilmediğimden yavaşça Kiyoko'ya doğru yaklaştım ve "Maçı burada izlesem sorun olur mu? diye sordum. Tribüne de çıkabilirdim fakat orası birkaç Aoba Johsai öğrencisi tarafından işgal edilmişti.

 

Öğrencilerin çoğu kızdı ve neredeyse hepsi "Oikawa-san!" diye bağırıyorlardı.

 

"Sorun değil. Bankta yanıma oturabilirsin." dedi Kiyoko bana bakarak. Elindeki not defterini kapatıp arkamızdaki banka oturduğunda ben de onun yanına oturdum ve başımı sahaya doğru çevirdim.

 

Oyuncular çoktan sahadaki yerlerini almışlardı.

 

Tobio, arka sahanın en sağ köşesindeydi. Onun yanında Nishinoya vardı, Nishinoya'nın yanında da Asahi duruyordu.

 

Bir önceki gün maça hazırlıklı gelmek adına voleybol hakkında biraz araştırma yapmıştım bu yüzden dizilişler hakkında ufak tefek bilgiler edinmiştim. Aynı pozisyonda oynayan kişiler birbirlerinin çaprazında duruyorlardı. Tobio ile Daichi, Ryu ile Asahi, Hinata ile de Nishinoya çapraz haldeydi. Tsukishima nedenini bilmediğim bir şekilde bizim yanımızda bekliyordu.

 

İki takım da yerlerine iyice yerleştiğinde hakem düdüğü çaldı ve maç resmi olarak başladı.

 

İlk servisi Aoba Johsai kullanacaktı.

 

Servisi kullanacak kişinin Oikawa olduğunu gördüğümde gözlerimi kısarak tüm dikkatimi onun üzerine odakladım. Kendinden emin davranışları gerçekten de bunu hak ettiğini gösteriyor muydu merak ediyordum.

 

Oikawa elindeki topu yerde birkaç kere sektirdikten sonra topu yüz hizasına getirdi ve biraz önceki halinin tam tersi bir şekilde, tüm ciddiyetiyle bakışlarını Karasuno takımına odakladı. Gözleri, birbirimizle konuşurken bana baktığı gibi bakmıyordu; aynı avına kilitlenmiş yırtıcı gibi, öldürme arzusunu tümüyle bakışlarına aktarmış bir şekilde bakıyordu. Sahaya çıktığı zaman içinde barındırdığı ne varsa hepsi çevresine yaydığı auraya karışmıştı.

 

Topu yukarı attığında nefesimi tutarak topa vururken yaptığı hareketleri izledim.

 

Tıpkı Tobio'yla smaç çalışırken Tobio'nun yaptığı gibi topa vurmak amaçlı öne doğru atıldı ve tam çizginin dibine geldiğinde zıplayarak topa vurdu. Top, büyük bir hızla filenin diğer tarafına geçerken ani bir sola kaymayla Nishinoya topu karşıladı ve top tam yukarıya, Tobio'nun olduğu yere doğru yöneldi. Topu takip edebildiğim o iki saniyelik süre boyunca Tobio önce Hinata'ya sonra Asahi'ye baktı. Topu kime atacağını düşündüğü çatık kaşlı yüz ifadesinden belli oluyordu. Saniyelerin su gibi akıp gitmesinin ardından top Tobio'nun parmaklarına temas ettiğinde, Tobio topu Asahi'ye fırlattı ve Asahi arka sahadan zıplayarak gelen topa smaç vurdu.

 

Asahi'nin vurmasıyla fileye doğru giden top karşı takımın bloğuna temas etti ve top Karasuno'nun sahasına düştü.

 

Hakemin düdük çalıp elindeki kırmızı bayrağı Aoba Johsai takımının olduğu sahaya uzatmasıyla takımdan sevinç nidaları yükseldi. Gözlerim onlar üzerinde takılı kalıp odak noktam kısa süreliğine onların sevinç hareketleri olurken Tobio'nun Asahi'ye "Özür dilerim!" diye bağırdığını zar zor duyabilmiştim.

 

Neden özür dilediğini anlamasam da aralarındaki samimiyet içimi ısıtmaya yetmişti.

 

Benim muhatap olmak zorunda olduğum kişilerle aynı değillerdi.

 

Kimin sayı aldığını bilsem de bakışlarım istemsizce skor tabelasına doğru kaydı. Aoba Johsai, bir sayı alarak maça önde başlamıştı. Daha önlerinde iki set, hatta duruma göre üç set olduğunu bildiğimden gereksiz yere kendimi endişeye sokmadım. Karasuno yeniliyor gibi görünse bile saniyeler her şeyi tersine çevirmeye yeterdi. Maç bitene kadar her sayı aldıklarında gereksiz tepkiler vermeme gerek yoktu.

 

Oikawa bir kez daha servis kısmına geçti.

 

Dikkatimi toparlamak adına oturduğum yerde dikleşirken gözlerimi bir kez daha karşı sahadaki topa diktim.

 

İlk servisinin aksine topu bu sefer yavaş bir şekilde attı ve topu atmasının ardından arka sahadaki yerine koştu. Topun yönü bu sefer Karasuno'nun sahasının sağ tarafına doğru kaymıştı ve orta hızda o yöne doğru ilerliyordu. Daichi'nin topu karşıladığını gördükten sonra gözlerim dikkat dağınıklığından dolayı birkaç saniye kararırken topun Karasuno takımı içinde kişiden kişiye geçtiğini gördüm ve en sonunda Ryu, ciğerden gelen bir sesle bağırıp atak yaparak topa sert bir smaç vurdu. Top karşı takımın bloğunu geçti ve arka sahada kimsenin olmadığı bir yere çarptı.

 

Karasuno bu smaçla ilk sayısını almıştı.

 

Karasuno 1 - 1 Aoba Johsai

 

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Devamını okumak isteyenleri wattpade yönlendirelim, bir yıl önce wattpade yüklenmiş bir seri

exedrasghoul, 3 saat önce tarihinde yazdı:

Erratic Simian (Haikyuu!! Fanfiction)

 

Hayatta yapacak pek bir şeyi kalmamış olmasına rağmen neşeli kişiliğinden ödün vermeyen Lena, anne ve babasının ayrılmasından sonra •annesiyle birlikte• Japonya'ya gelir. Farklı bir ülkeye alışmanın zorluklarıyla baş ederken aynı zamanda kendine düzgün arkadaşlar bulma amacıyla yanıp tutuşuyordur. Bu amacını gerçekleştirmek onun için biraz zor olacaktır çünkü kontrol altına alınamayan kişiliği sağ olsun, onunla takılmak isteyen kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordur. Aynı sınıfta olduğu "uzaklaştırma alan öğrenci" ile kurduğu yakınlık, Lena'yı onun kişiliğini olduğu gibi kabul eden insanların yanına götürecektir.

 

Birinci Bölüm: Karasuno

  İçeriği Gizle

Okulun ıssız koridorunda ilerlerken kalbim maratondaymışımcasına* atıyordu. Abartılmayacak

seviyedeki heyecanımla birlikte korku, mutluluk ve endişe gibi duyguları aynı anda yaşıyordum. Yeni bir okula transfer olmak, her ne kadar ortaokulda üç kere okul değiştirmiş olsam da hala alışamadığım bir şeydi. Üstelik şu an yaşadığım şey, başka ülkedeki bir okula transfer olmaktı. Bunun yan etkileri bambaşka bir seviyedeydi. Daha önce yeni bir ortama girmeye korkmayan ben şimdi arkama •bile*bakmadan• eve gitmek istiyordum.

 

Okul müdürünün bana söylediği sınıfın önüne geldikten sonra derin bir nefes aldım. Artık yeni bir başlangıç yapıyordum. Elimden geldiği kadar ortama uyum sağlamam gerekiyordu. Ortama uyum sağlamam ama kişiliğimden de ödün vermemem tabii ki. Yoksa hiçbir zaman gerçek arkadaşlar edinemezdim.

 

Kapıyı üç kere tıklattım. •İçeriden•"Gel!" diye bir ses gelince kapıyı sola doğru kaydırdım. Kapı, önceki okullarımın aksine yana kaydırarak açılıyordu. Öğretmenle göz göze gelip "Özür dilerim." dedikten sonra içeri girdim ve sınıftaki öğrencilere göz gezdirirken kapıyı arkamdan kapattım. Herkesin yüzünde şaşkınlık dolu bir bakış vardı. Benim geleceğimden haberleri yok gibi görünüyorlardı.

 

Bakışlarımı tekrardan öğretmene çevirdiğimde öğretmenin yüzünde küçük bir gülümseme olduğunu gördüm. Öğrencilerin aksine, öğretmenin benim geleceğimden haberi var gibiydi.

 

"Ah, sen transfer öğrenci olmalısın."

 

Kafamı salladım ve "Evet." diye cevap verdim. Hızlı adımlarla öğretmenin yanına gidip ardından sınıftakilere döndüm.

 

"Size transfer •öğrenciyi• tanıtayım. Lena Akrosiadis. Kendisi Yunanistan'dan geldi ve bugünden itibaren bu sınıfta olacak. Onunla iyi geçinin."

 

Öğretmen sözünü bitirdiğinde Japonlar'ın yaptığı gibi sınıfa karşı üst bedenim dümdüz olacak şekilde eğildim.

 

"İyi geçinelim lütfen!"

 

Öğrencilerden birtakım mırıltılar gelmeye başladı. Ne dedikleri anlaşılmıyordu ama benim Japonca konuşabilmeme şaşırdıklarını tahmin edebiliyordum. Öğretmen Yarı-Japon olduğumu söylememişti çünkü.

 

"Duvar dibindeki dördüncü sıraya oturabilirsin." dedi öğretmen. Sınıftakilerden sonra bir kere de öğretmene karşı eğildim.

 

"Teşekkür ederim!"

 

Sağ elimde tuttuğum çantamı sallaya sallaya sırama geçtim. Üzerimde aşırı yoğun bakışlar hissediyordum fakat pek fazla aldırmamaya çalıştım. Dersin İngilizce olduğunu gördükten sonra tüm dikkatimi derse verdim.

 

Zil çaldığında ben daha ne olduğunu anlayamadan sıramın etrafında bir kalabalık oluştu. Sınıfın çoğu benimle tanışmak için gelmişti. Bu kadar samimi bir ortam beklemediğim için yüzümde istemsizce bir şaşkınlık ifadesi oluşmuştu. Bir anlığına niyetlerinin başka bir şey olduğunu düşünsem de kızlı erkekli grubun içinde bana merakla bakan, parıldayan gözler görüyordum. Bu parıldayan gözlerde daha farklı şeyler olamazdı büyük ihtimalle.

 

İçlerinde varsa ona bir şey diyemezdim.

 

"Yunanistan'dan gelmiş olmana rağmen nasıl Japonca konuşabiliyorsun?" diye sorduğunu duydum birinin. Koyu kahve saçlarını salık bırakmış, •minyon• bir kızdı soruyu soran. "Annem Japon. •Japonca'yı • ondan öğrendim." diye cevap verdim. Bu, onların daha da dikkatini çekmişti. Elimden geldiği kadar herkesle konuşup isimlerini öğrenmeye çalıştım. Erkekler o kadar cana yakındı ki bir an için ağlayasım gelmedi desem yalan olurdu. Yüzlerindeki o masum ifade, benim arkadaşlarım aklıma geldiğinde çok dikkat çekici bir hal alıyordu.

 

Arkadaşlarımı kötülediğimden değildi. Sadece bu kadar cana yakın olmak •ileride• büyük zorluklara yol açabilirdi, o açıdan söylüyordum.

 

Yanıma gelen herkesle tanıştıktan sonra üç kız olarak kalmıştık. Biri bana nasıl Japonca konuşabildiğimi soran kızdı, ismi Airi'ymiş; diğeri de onun yanındaki arkadaşıydı. Onun da ismi Kaede'ymiş. İkisiyle de kısa sürede kaynaşmıştık.

 

Ya da ben öyle zannetmiştim.

 

"Tüm sınıf bu kadar mı?" diye sordum Airi'ye. Elimden geldiği kadar sınıf arkadaşlarımın yüzlerini ezberlemeye çalışıyordum çünkü yüz ezberlemek •konuşsunda• tam bir özürlüydüm.

 

"Hayır." dedi Kaede, Airi'nin yerine. Hızlıca etrafına bakındıktan sonra bana doğru eğildi.

 

"Bir kişi daha var ama uzaklaştırma •cezası• aldığı için okula gelmiyor." dedi kısık sesle.

 

"Uzaklaştırma mı? Neden?" diye sordum merakla. Uzaklaştırma deyince istemsizce ilgim o yöne doğru kayıyordu.

 

Kızlar birkaç saniye birbirlerine baktılar. Soruma cevap verip vermemek arasında kalmış gibiydiler. Hah, diye geçirdim içimden. Eğer şimdiden böyle yapıyorlarsa •ileride• onlardan bir şey öğrenmek konusunda çok zorlanacaktım.

 

En sonunda Airi soruma cevap verdi.

 

"Müdür yardımcısıyla kavga etmiş. Kavgadan sonra da çok pahalı bir vazoyu kırmış."

 

Hala kısık sesle konuşuyordu. Daha fazlasını duymak için kaşlarımı kaldırdım. Başka bir şey söylenmeyince "Bu kadar mı?" dedim şaşırmış bir şekilde. Kızlar aynı anda başlarını salladılar.

 

"Sırf vazo kırdı diye uzaklaştırma cezası mı verilirmiş? Bizim okulda da bu tarz şeyler oluyordu ama pek büyütülmüyordu. Yani en azından uzaklaştırma verilecek kadar büyümüyordu."

 

Kızların bana dehşete düşmüşçesine bakmalarıyla kaşlarımı çattım. "Bunları tuhaf karşıladığınızı söylemeyin bana." dedim şüpheyle. Kurallara çok bağlı insanlar olduklarını biliyordum ama bu kadar olduklarını tahmin etmemiştim.

 

Airi tam bir şey söyleyecekken ders zili onun konuşmasını böldü. Kızların yüzünde rahatlamış bir ifade belirirken benim yüzümdeki ifade ise daha da değişik bir hal almıştı. Ciddi olamazsınız, değil mi? Böyle bir şey çok anlamsız. Uzaklaştırma almak bu kadar kötü bir şey olmamalı. Yoksa bir tek ben mi bunu normal karşılıyordum?

 

İçimde değişik düşüncelerle boğuşurken koparken dışarıdan sadece yerlerine gitmeleri gerektiğini söyleyen kızlara el sallamakla yetinmiştim.

 

Okul bitiş zili çalıp herkes sınıftan çıkarken ben hala çantamı düzenlemekle uğraşıyordum. Saniyeler içinde sınıfta tek başıma kalmıştım. Hazır sınıfta kimse yokken... diye düşünerek sınıfı dikkatlice inceledim. Yazı tahtasına kadar her yer tertemizdi, sıralar düzgünce hizalanmıştı ve sınıftaki eşyalar düzeltilmişti. "Öğrenciliğin de böylesi." diye mırıldandım. Japonya hakkında hiçbir şey bilmeyen biri burayı görse büyük bir ihtimal bu temizliği hademelerin yaptığını düşünürdü. Halbuki bunların hepsi öğrenciler tarafından yapılıyordu.

 

Okula farklı bir ayakkabıyla girmek bana zaten yeterince tuhaf gelirken şimdi de okulun böyle iyi olması beni şaşkına çevirmişti. Tabi bu benim gibi azıcık temizlik takıntısı olan biri için olumlu bir şeydi.

 

Çantamı alıp sınıftan çıktım ve koridorda yürümeye başladım. Yürürken aynı zamanda da okulun diğer bölümlerini inceliyordum. Asıl amacım okulun çıkış kapısını bulmak olmasına rağmen kulüp odaları, tuvaletler ve diğer şeyler derken kendimi okulun farklı köşesinde bir yerden çıkarken bulmuştum. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu ve çıkış kapısının yerini de unutmuştum.

 

Karşımda bir tek spor salonu vardı. Şu an durduğum yer de anladığım kadarıyla okulu spor salonuna bağlayan yol gibi bir şeydi.

 

Salondan gelen bağrışma sesleriyle dikkatim o yöne çekildi. Salonun kapısı yarı açık olmasına rağmen bağrışmalar tam olarak anlaşılmıyordu. Yavaş adımlarla bulunduğum yerden bahçeye çıktım ve spor salonunun camına gittim. Elimden geldiği kadar gizli bir şekilde camdan içeriye baktım. •İçeride• dört kişi vardı; turuncu saçlı biri, siyah saçlı biri, koyu kahve saçlı biri ve gri saçlı biri. Boyları bir hayli uzun olduğu için kaçıncı sınıf oldukları hakkında hiçbir fikrim yoktu.

 

Turuncu saçlı olan, siyah saçlıyla atışıyordu. Beni görmesinler diye biraz daha eğilip onları izlemeye devam ettim. Etraftaki toplardan anladığım kadarıyla burası voleybol kulübünün yeri olmalıydı.

 

Okulun voleybol takımı var demek. Maçları izlemeye gidebiliyor muyuz acaba?

 

İkisinin atışması daha da şiddetlenince beni görme olasılıklarının daha da arttığını hissedip pencereden çekildim ve salondan olabildiğince uzaklaşıp salonu okula bağlayan kısma geri girdim. Onları dikizlerken görülmek şu an için isteyeceğim en son şeydi.

 

Odak noktam voleybol salonundan çekilince tekrardan eski amacıma dönebildim; çıkışı bulmam gerekiyordu.

 

Çevreme son bir umutla bakındım; belki hala okulda olan birileri vardır ve bana çıkışın yerini söylerler diye ama benim mükemmel şansım nedeniyle, etraf bir çöl gibi ıssızdı. Omuzlarımı düşürüp iç çektim. Sanırım geldiğim yolu geri yürüsem daha iyi olurdu benim için.

 

Okula geri girmek için hamle yaptığım sırada bir çarpma sesiyle adımım havada kaldı. Daha arkamı dönmeye fırsat bulamadan bir voleybol topu hızlıca yanımdan geçti ve okulun kapısının olduğu yere doğru düşüp zıplayarak durdu. Salondan birinin "Aptal!" diye bağırdığını duydum fakat o an sese çok aldırış edememiştim. Gözlerim okulun kapısının yanında duran topta kilitli kalmıştı.

 

Hiç düşünmeden topun yanına koştum ve topu alıp geri koşarak salonun kapısına gittim.

 

Kapıdan girerken aniden birinin siluetiyle karşı karşıya geldim. Siluetin boyu uzun olduğu için yüzünü göremiyordum. Refleks olarak birkaç adım geri çekilip kafamı kaldırdım. Az önce dikizlediğim kişilerden koyu kahve saçlı olandı karşı karşıya geldiğim.

 

Beni fark etmesiyle o da birkaç adım geri çekildi.

 

"Ah, özür dilerim. Seni geç fark ettim."

 

Kafamı olumsuz anlamda sallayıp gülümsedim.

 

"Önemli değil."

 

Elimdeki voleybol topunu ona doğru attım.

 

Topu tuttuktan sonra minnetini göstermek maksadıyla eğildi.

 

"Teşekkür ederim."

 

Hala kapının önünde durduğumuz için •içeridekilerin• bize doğru baktığını hissedebiliyordum.

 

"Rica ederim."

 

Dudaklarımdaki gülümsemeyi devam ettirdim.

 

Eğilmeyi bıraktı ve ufak bir gülümsemeyle karşılık verdi. Fırsat bu fırsat diye düşündüm.

 

"Eeee şey, çıkışın ne tarafta olduğunu söyleyebilir misiniz?"

 

Çantamı tuttuğum elimle diğer elimi arkamda bağlayıp cevap beklercesine koyu kahve saçlının yüzüne baktım. Yakından bakınca fark etmiştim; saçları koyu kahve değildi. Onun

da saçları siyahtı. Koyu kahve olan şey gözleriydi.

 

Soruma karşılık yüzünde bir şaşkınlık ifadesi oluşsa da bozuntuya vermedi ve bana çıkışı tarif etti.

 

"Teşekkür ederim! Bir an okuldan hiç çıkamayacağımı sandım." dedim rahatlamış bir ifadeyle.

 

"Okulda yeni misin?" diye sordu merakla. Başımı salladım.

 

"Evet, maalesef."

 

Bir şey söyleyecek gibi oldu ama salondan gelen ses konuşmasını böldü.

 

"Daichi!"

 

Gri saçlı olan ona doğru seslendi.

 

"Geliyorum!" diye cevap verdi koyu kahve saçlı. Ardından tekrar bana döndü.

 

"Umarım Karasuno'ya alışırsın." dedi ve elini başının arkasına koyup gülümsedi.

 

"Umarım." diye mırıldanıp ben de gülümsedim.

 

Bu sefer otuz iki diş gülümsemiştim.

 

Onu işinden alıkoyduğumu anladığımda "Ben seni tutmayayım. Sonra görüşürüz!" •deyip• elimi salladım ve arkamı dönüp okulun içine doğru koşmaya başladım.

 

Koşarken, "Sonra görüşürüz." diye cevap verdiğini duymuştum. Okulun içine girip biraz yol kat ettiğimde soluk almak için durdum ve bana tarif ettiği yola doğru bakarak mırıldandım.

 

Daichi, ha?

 

 

 

   

     

     

   

 

 

 

İkinci Bölüm: Noya

 

  İçeriği Görüntüle

"Anne?"

 

Uzun uğraşlarım sonucunda kendimi eve atmayı başardığımda, evi hakimiyeti altına alan televizyon sesini yok sayıp hiç vakit kaybetmeden ayakkabılarımı çıkardım ve çantamı odamın kapısına bırakıp salona geçtim. Annem, tahmin ettiğim gibi, koltuğa yayılmış televizyon izliyordu. "Evdesin?" dedim yarı doğrulayıcı yarı sorar bir tonda. Genelde bu saatlerde işte oluyordu ve akşama kadar gelmiyordu.

 

"Ne, evde olamaz mıyım?" dedi gözlerini televizyondan çevirme zahmetine bile girmeden. Gözlerimi devirip "Evet." diye mırıldandım ve bir şey söylemesini beklemeden banyoya gittim. Bir mekana girer girmez ellerimi yıkamak gibi bir alışkanlığım vardı. Ellerimi yıkarken aynı zamanda da aynada yüzümü inceliyordum. Güzel, bugün de göz altı morlukları yoktu.

 

Ellerimi havluya kuruladıktan sonra salona geri döndüm. Koltukta annemin yanına oturunca annem bakışlarını televizyondan ayırıp bana çevirmişti. Sonunda.

 

"Okul nasıldı?" diye sordu. Kahverengi gözleri merakla parıldarken dudaklarında nedenini anlamlandıramadığım bir gülümseme vardı. Annemin anavatanında olunca, burada olan her şey annemin dikkatini çekiyordu. Özellikle de okul ve arkadaş gibi şeyler.

 

"İdare ederdi." dedim omuz silkerek. İlk günden biraz ilgi konusu olsam da bunun kalıcı olacağını düşünmüyordum. Birkaç güne sınıf ortamı eski haline dönecekti ve herkes kendi grubuyla takılmaya devam edecekti.

 

Annem yüzünü düşürünce istemsiz olarak ben de yüzümü düşürdüm. Bakışlarındaki merak, yerini sinire bırakırken bana vurmasın diye iki adım yana kaydım. Bir şeye normal cevap verdiğim zaman sürekli bana kızıyordu ve vurmaya başlıyordu. Buna önceden o kadar kafayı takmıyordum fakat yaşım ilerledikçe onun kızması benim de sinirimin bozmaya başlamıştı. Geçmişin etkisi, diye düşünüp geçiştirmeye çalışsam da benim de sabrım bir yere kadar dayanıyordu.

 

"Ne demek 'idare eder.' Hiçbir şey olmadı mı? Birileriyle konuşmadın mı? Öylece somurtup oturdun mu yani?"

 

Sorularını peş peşe sıraladığında seslice nefes verip "Evet anne, öylece oturdum. Bi' bekle birkaç gün geçsin. Hemen olmuyor öyle ortama alışmak." dedim. Sesimde biraz da kızgın bir ton vardı.

 

Annemin yüzü biraz da olsa yumuşadı. "İyi." diye mırıldanırken aynı zamanda da oturduğu yerden kalkmıştı.

 

"Markete gidiyorum. Bir şey istiyor musun?"

 

Başımı olumsuz anlamda salladım ve kumandayı alıp televizyonun kanalını değiştirdim.

 

Δ

 

Karasuno'ya başlamamdan bu yana tam dört gün geçmişti ve ben hala okula doğru düzgün alışamamıştım. Birincisi; okul çok büyüktü, sürekli kayboluyordum. İkincisi; kantin çok uzaktaydı, ben gidene kadar yemekler bitiyordu. Üçüncüsü; öğrenciler çok çalışkanlardı, onları gördükçe içimde bir vicdan azabı oluşuyordu. Hal böyle olunca, okuldan aldığım azıcık zevk de sıfıra iniyordu.

 

Bugün, okuldaki beşinci günümdü. Dersin başlamasına on beş dakikadan fazla vardı. Sesli bir şekilde oflayıp yüzüm sola bakacak şekilde başımı sıraya koydum. Gözlerimi kapatsam anında uyuyacak bir ruh halindeydim ama daha ilk günlerimde derslerde uyumam negatif yönde dikkat çekerdi. Şu bi' ay içinde en azından uyku sorunumun bir şekilde üstesinden gelmem gerekiyordu.

 

Eğer yakınlarda bir otomat bulabilirsem, soğuk kahve alıp uykusuzluğumu şimdilik giderebilirdim.

 

Başımı sıradan kaldırıp çantamın içinden cüzdanımı aldım. Yaklaşık bir dakikalığına başımı sıraya koymuş olsam bile acayip mayışmıştım. Elimi ağzıma koyup uzunca esnedikten sonra gözlerimi ovuşturdum ve sınıftan çıkmak için kapıya doğru hamle yaptım. Daha birkaç adım atmıştım ki sınıfın kapısından içeri neredeyse ışık hızında denebilecek bir hızda bir şey girdi. Beynim, uyku sersemliğinden dolayı ilk beş saniye neler olduğunu algılayamamıştı. Algıladığında da kalbimin atış hızı ufak çaplı korkudan dolayı hızlanmıştı ve bedenim istemsiz olarak bir iki adım geri çekilmişti.

 

Sabah sabah nasıl bir enerjiydi bu ya?

 

Beynimdeki algılar artık tamamen açıldığında sınıfa girenin bir ‘şey’ değil, bir insan olduğunu gördüm. Bu okulun öğrencisi olduğunu tahmin edebildiğim halde okulun üniformasını giymiyordu. Üzerinde beyaz, kısa kollu bir tişört, okulun siyah kumaş pantolonu ve beyaz spor ayakkabılar vardı. Saçları yukarı doğruydu ve saçlarının önü koyu bir sarıya boyanmıştı. Boyu biraz kısa olmasına rağmen boyunun çok fazla sırıttığı söylenemezdi. Asıl sırıtan şey, etrafa yaydığı yüksek miktardaki enerjiydi.

 

Ellerini belinin iki yanına koyup dudaklarına kocaman bir gülümseme yerleştirdi ve etraftan gelen mırıltıları umursamadan gözlerini sınıfta gezdirdi. O umursamasa bile benim dikkatim ister istemez mırıltılara doğru çekilmişti. Airi'nin "Nishinoya-san." diye mırıldandığını duyduğumda aklım, okulun ilk günü onlarla olan konuşmalarımıza gitti.

 

"Bir kişi daha var ama uzaklaştırma aldığı için okula gelmiyor."

 

"Uzaklaştırma mı? Neden?"

 

"Müdür yardımcısıyla kavga etmiş. Kavgadan sonra da çok pahalı bir vazoyu kırmış."

 

Taşların yerine oturmasıyla birlikte beynimde 75 voltluk bir ampul ışığı yandı.

 

O, uzaklaştırma alan çocuktu.

 

Birkaç kişiden daha "Nishinoya-san, Nishinoya-san bu..." tarzında mırıltılar gelince Nishinoya -artık adını bildiğime göre- elini kaldırdı ve yüksek sesle "Hey!" deyip dudaklarındaki gülüşü otuz iki diş sırıtmaya çevirdi. İçimden "Çok tatlııııı." diye çığlık atsam da bu ruh halimi elimden geldiği kadar yüzüme yansıtmamaya çalıştım. Şimdiden yüz verirsem ilerde o yüz dönüp dolaşıp bana girerdi.

 

"Oi, sen; yeni kız!"

 

Nishinoya'nın bana seslendiğini duyunca dalmış olduğum saniyelik düşüncelerden çıkıp gözlerimi kırpıştırarak Nishinoya'ya baktım. Gözleri, büyük bir dikkatle benimkilere odaklanmıştı. Kaşlarımı kaldırıp şaşkınlıkla "Evet?" dediğimde bakışlarındaki dikkati bozmadan hızlı adımlarla bana doğru geldi ve tam karşımda durup kolunu uzatarak işaret

parmağını bana doğrulttu.

 

"Sen, voleybol mu oynuyorsun?"

 

Yukarı kaldırdığım kaşlarımı aynı oranda çatarak "Voleybol mu?" dedim anlamamış bir ses tonunda. Beynimdeki çarklar, artık tamamen ayılmamdan dolayı bu sefer daha seri çalıştığı için cevabı bulmam bir öncekine göre daha kısa sürmüştü. Boyumdan dolayı öyle demişti.

 

"Haaa. Hayır hayır. Voleybol oynamıyorum. Boy uzunluğu genetik bizde."

 

Sağ elimi başımın arkasına koyup gözlerim kısılacak derecede sırıttım. Aslında o kadar abartılacak derecede uzun bir boyum yoktu. Nishinoya'dan hemen hemen bir alın yüksekliği kadar uzundum. Bayağıdır boyumu ölçmediğim için tam olarak kaç olduğunu da bilmiyordum. Çok ısrar edenler için "1.69 falanım herhalde." deyip konuyu geçiştiriyordum.

 

"Hımm. Anladım." dedi Nishinoya kafasını sallayarak. Bakışlarını yere indirirken kolunu da indirip elini çenesine koymuştu.

 

"Bu arada, bana 'Voleybol mu oynuyorsun?' diye soran ilk kişisin."

 

Neden bilmiyordum ama bunu belirtmek istemiştim. İçimden bir ses, ben konuşmasaydım muhabbetin orada biteceğini söylüyordu. Nishinoya elini çenesinden çektikten sonra şaşkınlıkla bana bakıp "Cidden mi?" diye sesli bir şekilde sorarken tepkisi karşısında kendimi tutamayıp gürültülü bir kahkaha patlattım ve başımı onaylama manasında salladım.

 

"Evet. Birazcık pohpohlanmış hissettim doğrusu."

 

İkimiz de gülmeye başladık. Bugün nedense iyi bir başlangıç yapmışım gibi hissediyordum. Uzun süredir gülmediğim şekilde gülmüştüm ve biriyle daha muhabbet kurmuştum. Hem de öyle saçma salak bir muhabbet değildi; gerçekten içten bir şekilde konuşabildiğim bir muhabbetti. Gerçi çok fazla sürmemişti ama ben yine de eğlenmiştim.

Gülmem durduktan sonra sıramdan telefonumu alıp saate baktım. Dersin başlamasına on dakika vardı. "Benimle otomat aramaya gelmek ister misin?" diye sordum. Güzel

 

muhabbet etmiştik madem, onu gittiğim yere davet etmemek kaba bir davranış olurdu.

 

"Gelmeyi çok isterdim ama yapmam gereken şeyler var."

 

Dudağımı üzüntüyle büküp "Tamam." diye mırıldandım. Daha fazla vakit kaybetmeyeyim diye tam vedalaşmak için bir şey diyecekken "Amaa..." diye devam etti Nishinoya. "Seni sevdim. İyi birine benziyorsun. Aynı zamanda şirinsin de. Seninle daha fazla vakit geçirmek isterim."

 

Ben şaşkınlık, biraz da mutlulukla dolu bir duygu kokteyliyle dolarken tanışma amacıyla elini uzattı.

 

"Adım Nishinoya. Nishinoya Yuu."

 

Nishinoya'nın elini sıkıp karşılık verdim.

 

"Lena."  

 

 

     

     

   

 

 

 

Üçüncü Bölüm: Teras

 

  İçeriği Görüntüle

İçtiğim soğuk kahve etkisini göstermiş olmasına rağmen dersler hala kendi sıkıcılığını koruyordu. İlk derslerde biraz da olsa derse odaklanabilmişken öğle arası yaklaşmaya başladıkça derslere olan ilgim azalmıştı. Öğretmene göre dersi dinliyormuşum gibi gözüktüğümü hissetsem de aslında öğretmenin söylediği şeyler bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyordu. Zihnimde cirit atan düşünceler, beni derslerden şeytanın insanları kötülüğe sürüklemesi gibi sürüklüyordu.

 

Bu, kendimi bildim bileli böyle olmasına rağmen Yunanistan'dayken bana pek bir dezavantajı olmuyordu. Burada ise hala sınav sistemini tam olarak bilmediğim için resmen kendi kendimi ateşe atıyorum gibi bir şeydi. Bundan kurtulmam lazımdı biliyordum fakat kendimi odaklanmak için zorladığım halde çabalarım bir sonuç vermiyordu. Önünde sonunda yine dersten kopuyordum, yine dersten kopuyordum. Alışmıştım artık böyle olmasına. Yapacak bir şey yoktu.

 

Teneffüs zili çaldığında dalmış olduğum düşüncelerden çıktım ve başımı, yaslandığım elimden kaldırıp saate baktım. Öğle arasına girmiştik.

Nishinoya beni öğle arasında terasa çağırdığından beri öğle arası zilinin çalmasını bekliyordum. Yapacak işlerim var deyip derslere girmemişti fakat yine de bana zaman ayırma inceliğini göstermişti. O kadar sevinmiştim ki, dışarıya salak salak gülücükler saçtığıma yemin edebilirdim. Hemen onun yanına gidip daha fazla şey hakkında konuşmak istiyordum. Biraz daha sınıfta bulunursam 'yeter artıııkk' diye bağıracaktım.

 

Telefonumu yanıma aldım ve orta tempoda koşarak teras katına çıktım. Koridordakiler bana tuhaf tuhaf baksa da hiçbirini ciddiye almamıştım. Teneffüsü ne kadar idareli kullanırsak o kadar iyi olurdu bizim için. Teras kapısını açıp içeri girdiğimde Nishinoya'yı terastaki banklardan birinde otururken gördüm. Üzerine, okulun erkekler için olan siyah ceketini giymişti.

 

Beni görünce el sallayarak "Lena!" diye bağırdı. Karşılık olarak el sallamakla yetindim ve derin nefeslerim eşliğinde Nishinoya'nın yanına yürüdüm. Yürürken aynı zamanda ağzım açık bir şekilde terası inceliyordum. Terasta öğrenciler için banklar vardı ve terasın etrafı tel örgülerle çevrilmişti. Biraz daha kuytu köşelerde havalandırmayı andıran kocaman, küp şeklinde demir şeyler vardı. Orası beni pek ilgilendirmediği için o kısma pek dikkat etmemeyi tercih ettim.

 

Parmaklıkların oraya giderken "Burası çok güzeeel!" diye bağırdım Nishinoya'ya. Hayatında ilk defa terasa çıkmış insanlar gibi göründüğümü bilsem de Nishinoya'nın bunu yargılayacağını düşünmediğim için duygularımı olduğu gibi ortaya koymaya devam etmiştim. Başından beri istediğim de buydu, değil mi?

 

Parmaklıklardan bakıldığında, Miyagi'nin tepeden manzarası gözler önüne seriliyordu. Manzaraya karşılık yemek yemek, dedikodu yapmak ya da müzik dinlemek hoş hisler olmalıydı. Japon insanları, bu deneyimleri küçüklüklerinden beri yaşamışlardı. Bana ise lise ikinci sınıfta nasip olmuştu. Kızgın mıydım? Evet ama aynı zamanda şükrediyordum da. Birçok nedenden dolayı bu imkanlara sahip olamayan insanlar da vardı. Ben de neredeyse bu insanlardan biri oluyormuşum.

 

"Daha önce hiç teras katına çıkmadın mı?" diye sordu Nishinoya yanıma gelip. İkimiz birlikte gözlerimizi Miyagi manzarasına odaklamıştık. Başımı olumsuz anlamda sallayıp boğazımdan 'hayır' anlamına gelen bir ses çıkardım.

 

"Okulu daha tam olarak gezemedim bile. İlk gün kayboldum mesela. Çıkışa gideyim derken bir baktım; voleybolcuların olduğu spor salonunun ordayım."

Söylediklerim üzerine bir kahkaha patlatıverdim. Resmen her şekilde kendimi belli ediyordum. Bu okulda kaybolan ilk insan da benimdir herhalde. Bunun için bana plaket vermeleri gerekiyordu.

 

Nishinoya'dan ses gelmeyince "Bir şey mi oldu?" deyip bakışlarımı ona çevirdim. Kafasını biraz aşağı eğmişti ellerini yumruk yapmıştı. Gözlerini göremesem de, yüzündeki bir

damla hüzün parçasını yakalayabilmiştim.

 

Yanlış bir şey mi söyledim acaba? diye düşünürken saniyeler içerisinde yüz ifadesini eski haline çevirdi ve yumruk yaptığı elini serbest bırakıp kafasını bana çevirerek "Ciddi olamazsın! Sonra ne yaptın?" diye sordu. Yüzünden hüznü silse de gözlerinden her şey okunuyordu fakat fazla üzerine gitmek istemedim. Daha bugün tanışmıştık, bana anlatmak istemeyebilirdi.

 

"Sonraaa, spor salonundan sesler duydum ve merak edip salonun camından içeri baktım. Dört kişi falan vardı yanlış hatırlamıyorsam. İki kişi de birbirleriyle atışıyordu. Yolda görsem tanımam ama o derece unuttum yüzlerini. Zaten çok görünmüyordu."

 

Bir iki saniye durdum. Sonra aklıma aniden gelen şeyle "Haa ama.." diye devam ettim.

 

"Bir tane turuncu saçlı vardı. Onu tanırım büyük ihtimal. Saçları çok dikkat çekiyor çünkü."

 

Nishinoya'nın "Birinci sınıflar, ha?" diye mırıldandığını duydum.

 

"Ondan sonraaa tam geldiğim yolu geri dönecekken salondan voleybol topu fırladı. Ben de topun peşinden gidip topu aldım ve salonun kapısına gittim. Ben salonun kapısından girerken aynı anda da salondan biri çıktı; siyah-kahverengi saçlı mıydı neydi. Topu ona verdikten sonra çıkışı sordum. Tarif etti, ben de dediği yoldan gidip çıktım okuldan."

Sırtımı demirliğe yaslarken ağzım yarılacakmışçasına esnedim. Açık hava zihnimi mayıştırmıştı.

 

"Bu arada, sanırım adı Daichi'ydi."

 

İçimde, Nishinoya'nın bunu bilmek istediğine dair bir his vardı. Voleybolcularda bir bağlantısı olduğu gözle görülür bir gerçekti. Ne tür bir bağlantısı olduğuysa şimdilik meçhuldü.

 

"Daichi-san orada mıydı? Başka kimler vardı?"

 

Bakışlarımı ona çevirdim. Benim söyleyeceğim şeylerin arasındaki bir bilgiyi istiyormuş gibi gözlerini büyütmüş bana bakıyordu. Onun bu bilgiye aç hali için, beynimi zorlayıp salonda kimlerin olduğunu düşündüm.

 

"Hımm. Daichi ve turuncu saçlıdan bahsetmiştim zaten. Onların dışında gri saçlı ve siyah saçlı biri vardı. Gördüklerim bu kadar."

 

Kaşlarını sinirle çattıktan sonra arkasını dönüp "Korkak." diye mırıldandı dişlerinin arasından. Ortamın havası bir anda gerginleşirken yanlış bir şey söylememek için insanüstü çaba sarf ederek "İyi misin?" diye sordum. Ters bir cevap vermesinden korkmuyorum desem yalan söylemiş olurdum.

 

Derin bir nefes verdikten sonra tekrar bana döndü ve onaylarcasına başını salladı. Dudaklarıma küçük bir gülümseme yerleştirirken ses tonuma biraz merak tınısı katıp "Voleybol kulübündesin, değil mi?" dedim. Davranışları onu açık bir şekilde ele veriyordu.

 

Benim yumuşak yüz ifademe karşı, çattığı kaşlarını gevşetti ve gözlerini benden kaçırarak "Evet." diye mırıldandı. Yanaklarındaki hafif pembelik gözüme çarptığında, sadece ikimizin duyabileceği bir seste kıkırdadım ve Nishinoya'yı baştan aşağı süzdükten sonra "Tahmin edeyim; liberosun." dedim.

 

Onu süzdüğümü fark ettiğinde kollarını vücuduna yapıştırıp sahte bir sinirle "Boyumdan dolayı öyle dedin değil mi, ha, deği mi?" diye bağırdı. Reddetmemesinden, libero tahminimi doğru tutturduğumu anlamıştım.

 

"Bu kadar sinirlenme, Noyacchi. Erkekler on yedi yaşından sonra ergenliğe giriyorlar. Daha doya doya uzayabileceğin iki senen var."

 

Onu yatıştırmak için söylemiştim fakat Nishinoya'nın dikkati farklı bir şeyde takılı kalmıştı. Kafasını yana yatırıp "Noyacchi?" diye şaşkınlıkla sorarken vereceğim cevabın yan etkilerini hızlıca gözden geçirip uzun bir konuşmaya girecekmişim gibi sahte bir şekilde öksürdüm.

 

"Seni her gördüğümde nedense sana Noyacchi diyesim geliyor. Samimiyete göre böyle ekler de kullanılıyormuş diye duydum. Senin için sorun olur mu?"

 

Biraz önce yanaklarında beliren hafif pembeliğin şimdi daha koyusu belirmişti yanaklarında. Vücudu kaskatı kesilirken, gözbebekleri de eşzamanlı olarak büyümüştü. Bu tepkilerin Nishinoya'dan geleceğini kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim. Onu daha çok herkesle rahatça konuşabilen ve kimsenin ne dediğini umursamayan biri olarak düşünmüştüm. Demek ki kızlara karşı böyle bir zaafı vardı.

 

"O-Olm-maz."

 

Kekelemesinin ardından sertçe yutkundu. Konuyu değiştirmek amaçlı, kekelemesinin çok fazla üstünde durmadım ve "Yalnız, voleybolcuların takım ruhlarını çok kıskanıyorum, biliyor musun?" dedim iç çekerek. Söylediğimin doğruluk payı vardı, cidden kıskanıyordum. Öyle bir ortam yakalamak, Dünya'daki birçok şeye bedeldi bana göre. Hep öyle bir ortam istemiştim ve tabi ki bu hayalim hiçbir şekilde gerçekleşmemişti. Gerçi bu hayalimin gerçekleşmemesinde birazcık da benim hata payım vardı ama olsundu. Sonuç olarak; gerçekleşmemişti işte.

 

"Ah, seni kulüptekilerle tanıştırabilirim." dedi Nishinoya yanaklarındaki pembelik ve kekemeliği gider gitmez. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken bir adım geri çekilip gergince kıkırdadım.

 

"Eeee, şey. Emin değilim. Yani..."

 

"Hadi, bu kadar utangaç olma!"

 

Nishinoya, bileğimden tuttuğu gibi beni sürüklemeye başladığında hala devam eden şaşkınlığımla bir Nishinoya'ya bir de tuttuğu bileğime baktım. "Şey, Noyacchi; emin misin?" diye endişeyle mırıldanırken Nishinoya kafasını bana çevirip otuz iki diş gülümsedi.

 

"Evet. Seni çok sevecekler!"

 

Nishinoya'nın sürüklemesi eşliğinde terastan indikten sonra spor salonuna kadar koşmuştuk. Neden koşmuştuk, hiçbir fikrim yoktu. Sadece ortama ayak uydurmaya çalışmıştım.

 

Spor salonunun önüne gelip durduğumuzda heyecandan kalbime ağrılar girmeye başladığını hissettim. Nishinoya'nın tutuşu her ne kadar bana güven verse de, birden öyle 'Seni tanıştırayım' demesi hazırlıksız yakalanmama sebep olmuştu.

 

Gerçi bu, halimden memnun olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.

 

Voleybol kulübüyle tanışacaktım!

  

 

 

 

   

     

     

   

 

 

 

İlk bölümün yazım ve imla kısımları ile ilgili birtakım düzenlemeler yaptım bunlara dikkat etmen senin için iyi olur 

Haikyuu dünyasına dahil olmayı ben de isterdim ancak hayaller ve hayatlar işte ?

Yarışmada bol şans ?

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

pseudohomophylus, 11 saat önce tarihinde yazdı:

Devamını okumak isteyenleri wattpade yönlendirelim, bir yıl önce wattpade yüklenmiş bir seri

İlk bölümün yazım ve imla kısımları ile ilgili birtakım düzenlemeler yaptım bunlara dikkat etmen senin için iyi olur 

Haikyuu dünyasına dahil olmayı ben de isterdim ancak hayaller ve hayatlar işte ?

Yarışmada bol şans ?

Hatalarımı düzelttiğin ve şans dilediğin için çoook teşekkür ederim o kadar mutlu oldum kiii *-* Bayılıyorum böyle bana yardımcı olan insanlara :3

Üç dilek hakkımdan biri Haikyuu evrenine girebilmek olurdu herhalde B)

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Amygirl, 13 saat önce tarihinde yazdı:

Ouuuu Haikyuu FF i kesinlikle okumalıyım Haikyuu'nun BL olmayan bir FF idir umarım :cheer3-onion-head-emoticon:

 

Karakter isteği yapabiliyoz mu Amy adında bebeğimin gelini olan bir karakter istiyorum özel mesajla fiziksel özelliklerini belirtirim :smoking2-onion-head-emoticon:

FF in adı Amy: Yome no Bebeği :super-onion-head-emoticon:

Tabii ki her zaman yapabilirsinnnn ama tam olarak nasıl bir şey olacak :'))

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

  • 4 hafta sonra...

Milliyetçilik yapıp neden yarı Yunan demeyeceğim ancak neden???????? xD

 

Şaka bir yana ben çok sevdim. Devamı gelirse keyifle okumaya devam etmek isterim. 

Kuroo bebeğimi de okumak iyi gelecektir. Lütfen kendisini bekar bırak illa birisi ile olacaksa İnci adında bir Türkle birlikte olursa çok sevinirim.

Şimdiden teşekkürler :evil-smile-onion-head-emoticon:

 

Başarılar diliyorum. Hayal gücüne sağlık.

 

Not: Kuroo konusunda ciddiyim xD Bana burada 2d aşk acısı çektirme plssss xD

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Sohbete katıl

You are posting as a guest. Bir hesabın varsa, hesabınla göndermek için şimdi oturum aç.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Misafir
Bu konuya yanıt ver...

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı.   Restore formatting

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Editör içeriğini temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli bilgi

Forum kurallarımızı okudunuz mu? Forum Kuralları.