Jump to content

Karanlığın Elçileri [Güncellendi] [30.06.2020] FF Yarışması


Önerilen İletiler

 

Hepinize keyifli okumalar dilerim. 

 

KARANLIĞIN ELÇİLERİ

 

İnsanlığın yaratılmasıyla Taht ve Işığın Çocuğu arasındaki bağ kopar ve Işığın Çocuğu, Taht'ı cennetten def etmek için ona savaş açar. Amacını gerçekleştirmek içinse dünyaya üç elçi gönderir.

 

SÖZLÜK

Spoiler

Taht: Tanrı’nın hitap şekillerinden biri.

Taht Odası: Işığın Çocukları’nın ve Taht’ın toplandığı yer.

Işığın Çocukları: Taht’ın kendi Işık’ından yarattığı kanatlı varlıklar.

Işık: Taht’ın özü.

Gül Bahçeleri: İyilerin öldükten sonra ruhlarının gittiği yer.

Sessizlik: Kötülerin ruhlarının cezalandırıldığı ve Düşmüşlerin yaşadığı yer.

Düşmüş: Işığın Çocuğu’nun Sessizlik’e gönderilmesi.

Enokyan: Işığın Çocukları’nın dili.

Samhain Günü: Hasat zamanının bittiği, kışın ve gecenin başladığı gün. Fiziksel ve ruhsal dünyanın arasındaki mesafenin en az olduğu zaman dilimidir.

Uber: Eski Türkçede cadı anlamına gelmektedir.

Upyr: Kökeninin Uber’e dayanıldığı düşünülmekte ve günümüzdeki vampir kelimesinin kökenidir.

Hexe: Almanca kökenli cadı demek.

Ardıç Ağacı: Vaktinde cadıları uzak tutmak için kullanılırdı.

Giriş

Spoiler

Yaratılıştan Önce

 

Taht’ın kendisi önemli bir duyuru yapacağını söylediğinden beri Taht Odası kalabalıktı; tüm Işığın Çocukları toplanmış, o bembeyaz kristal parlaklığındaki mermerde diz çökmüş, Baba’larının ne diyeceğini bekliyorlardı. En ön saflarda şakaklarına kadar uzanan, gölgelerin eli değmiş, kapkara saçlı Işık Getiren vardı; çıkık elmacık kemikleri ve kara elmas gibi kopkoyu gözleriyle hafif bir ciddi havası olsa da heyecanı o kara gözlerinde göklerdeki yıldızlar gibi parlıyordu. Baba’sını her şeyden çok seviyor ve bugün yine ne derse emirlerine uyup yerine getirmek için can atıyordu.

 

Odaya yerlere kadar uzanan beyaz tuniğiyle Taht teşrif etmişti; bugün başına kukuletasını geçirmediği için kar gibi bembeyaz saçları görünüyordu, gözleri tilki keskinliğindeydi ve uzaktan bembeyaz görünecek kadar da açık griydi. Milyonlarca çocuğa babalık yapsa da dünkü kadar gençti. Hafifçe boğazını temizledi ve konuşurken sesinde sanki ona eşlik eden bin kuşun huzurlu bir cıvıldaması tonu vardı,  “Sevgili çocuklarım, bugün size çok önemli bir haber söylemek için buraya çağırdım. Bugün, İnsan’ı yaratmaya karar verdim ve sizlerden bana nasıl saygı gösteriyorsanız, aynı şekilde ona da saygı göstereceksiniz.”

Bu söze karşılık kimseden çıt çıkmadı, artık o sesindeki cıvıldayan kuş sesleri gelmez olmuştu, sanki hava yoğunlaşmış üzerlerine cıva gibi dökülüyordu. Ama en çok şaşıran, tüm Işığın Çocukları arasında Baba’sını en çok seven Işık Getiren olmuştu. Baba’sı neler saçmalıyordu böyle? Kendi Işık’ından yarattığı çocuklarını bir çamurdan yaratılana mı itaat etmelerini istiyordu? O anda Taht kafasını çevirdi, sanki Işık getirenin itaatsizliğinin küfrünü duymuş gibi o cam kırıklarından yansıyan ışık rengindeki gözleriyle yoğun bir ciddiyet içinde bakışlarını yüzüne dikti, Işık Getiren utançtan başını eğdi ve söz hakkı istedi.

“Baba affınıza sığınırım, neden biz Işığın Çocukları bir Çamur’a itaat etmek zorundayız? Biz size yetmiyor muyuz? Size olan sevgimiz yetmiyor mu Baba, bu yüzden mi onu yaratacaksınız?”

“Çocuğum isteğimi sorgulamak sana mı kaldı?”

“Hayır, Baba ben…”

“Sus. Bu durum ne sevgiyle ilgili ne de başka bir şey. Sadece yarattığım bir varlığın bana ne derece tapabileceğini görmek istiyorum, şimdi siz de ona itaat edeceksiniz.” diyerek yerinden doğruldu ve arkasına dönerek oradan yok oldu. Taht’ın ayrıldığı yerde havada süzülen toz parçacıklarından başka bir şey kalmadı.

 

Taht Odası’nda uğultu koptu, herkes şaşkınlıktan ağzına geleni söylüyordu ve kimsenin ne dediği anlaşılmıyordu.  Işık Getiren, “İnanamıyorum! Drux Med,* bu olamaz. o sefile itaat edecek değiliz ya kardeşlerim!” diye bağırdı.

Arkasından kızıl saçlı kardeşlerden biri yaklaşarak “Ama Baba’mızın emirleri kesindir, nasıl kabul etmeyelim?” 

Işık Getiren’in yanındaki sarı saçlı kardeşi, ” Ne yani bizden düşük bir mahluka mı itaat etmek istiyorsun kardeşim?”

“Ben sadece Baba’mızın dediklerini yerine getiririm, benim hislerimin bir önemi yok. Eğer Baba’mı memnun edecekse itaat de ederim, yaptığım her şey Baba’mın sevgisi içindir.”

Işık Getiren, “Yıllarca Baba’mı delilerce sevdim, ona taptım, her gün onu o kadar çok sevdim ki yeri geldi sırf daha fazla sevemez miyim diye üzülen beni, bugün sırf bir Çamur için herkesin gözü önünde rezil etti! Yıllarca Baba’mdan sevgi görmek için yapmadığım şey kalmadı ama onu çok seven oğluna değeri bu muydu? Söyler misin kardeşim, yıllarca Baba’mızın sevgisi için çabalayan bize verilecek karşılık bu mudur?”

”Ben... Bilemiyorum.”

O gün Işık Getiren ilk defa küfretti ve Baba’sına itaatsizlik etti; o konuşmalar ileride büyük fırtınanın habercisinden başka bir şey olmayacaktı.

 

*Drux Med, hayır anlamına gelmekte.

 

Taht odaya yeniden teşrif etmişti, yüzünde her zamanki sakin ve bilge ifadesinin yanında yıllar yılının mutlu bir heyecanı vardı. Bu sadece çağları aşkın yaşamda yaşamış bir varlığın yeni bir şeyi keşfettiğinde takınacağı bir yüz ifadesiydi.

“Sevgili evlatlarım, bugün İnsan’ı yarattım, mahlukuma selam vermek için yanına gidiniz.”

Işığın Çocukları’nın bazıları kanatlarını açmış, Taht’ın Gül Bahçesi’ne İnsan’a selam vermek için giderken, bazıları hala hiç kıpırdamadan Oda’da duruyordu.

”Neden hala buradasınız, neden gitmiyorsunuz!?” dedi Taht.

Işık Getiren bir adım öne çıkarak tekrar diz çöktü, “Baba, size bu milenyumları aşkın zamanda bir kez olsun başkaldırmadım ama bugünkü söyleyeceklerimden affınıza sığınırım. İnsan’ı yaratın, hatta onun size tapma sürecini izleyin ama lütfen bizden onlara itaat beklemeyin.”

Ağır bir sessizlik oldu, o kadar sessizdi ki Işık Getiren daha önce duymadığı soluk alma seslerini duyuyordu ve aynı zamanda gerginlikten ötürü çırpınan kalbinin sesi kulaklarında yankılanıyordu.

 “Bu ne cüret! Sana önceden de demiştim, kararlarımı sorgulamak sana mı kaldı? Hem sen kimsin ki kendi yaratıcına akıl veriyorsun?!”

 “Baba; biz kendi Işık’ından yarattıkların, sana bu kadar sevgi, saygı ve itaat gösterirken bize verdiğin değer bu kadar mı?! Bunca yıldır sizi sevdim, sevgili yaratıcıma duyduğum aşkla her görevimi saygıyla yerine getirdim ve siz bana böyle mi davranıyorsunuz!?”

Bir kere olsun sinirli ifade takınmayan Baba’sının güzeller güzeli yüzü, bir anda dünyanın en korkutucu varlığın yüzüne dönüştü. “Bu terbiyesizliğin için şimdi özür dile yoksa bana başkaldırmaktan Seni Taht Odası’ndan kovacağım!”

 “Kov o zaman Baba! Ben ve beni takip edecek olan kardeşlerim, senin bu görüşüne asla katılmayacağız!”

 “Öyle olsun o zaman, Gül Bahçeleri’ne bir daha adım atmamak kaydıyla sizi Sessizlik’e sürgün ediyorum, yıkılın karşımdan itaatsizler!”

 

O gün Taht Oda’sının ordusu yarıya bölündü ve Gül Bahçeleri büyük bir güç kaybetti. Işığın Çocuklarının yarısı Sessizlik’e düştü ve bu 666 gün sürdü. Bazıları Gül Bahçeleri’ni kaybettiği için seçimlerinden pişmandı, bazıları değildi ama aralarında asla pişman olmayacak olan Işık Getiren’di. O günden sonra lider olarak seçildi ve o artık Işık Getiren değil, Karanlıkların Efendisi’ydi.

 

 

                                                                                                                          Yaratılış, Ahit: 1

 

 

 

Yaratılış Anı

 

Karanlıkların Efendisi, düşüşünün üzerinden geçen üç yüzyıl sonra ancak güçlerini toparlayabilmişti ve Gül Bahçeleri’nden sürgün edildiği günden beri Taht’a küfrediyordu. O artık onun için Baba değildi, o gün, o düşüşte, Işık Getiren’le birlikte o da ölmüştü.  O güne dair tek özlediği şey Gül Bahçeleri’nde o pırlanta gibi parıldayan kanatları ile güneşin altında uçarken, kanat uçlarının yaldızlanmış gibi parlayan görüntüsünü ve o çivit mavisi gökyüzünün altında kardeşleriyle eğlendiği zamanı özlüyordu ama artık geri dönüş yoktu, tüm varlığını o İnsan’ı kandırmak için harcamış ve başarılı olmuştu! Şimdi sıradaki planı bu Sessizlik’ten kurtulup, dünyayı ele geçirerek kendi Bahçesi’ni yaratmak ve Taht’a meydan okumaktı. O, Taht Oda’sını paramparça edecekti, Gül Bahçeleri’ni bir daha hiç geri dönüşü olmayacak şekilde yok edecekti. Evet, bunu yapacaktı ama önce bu vakte kadar topladığı güçle elinden geldiği kadar müritler yaratıp dünyaya göndermekti. Sonra dünyaya müritleri tarafından çağrılacak ve her şeyi yok edecekti. Karanlıkların Efendisi elini havaya kaldırdı “Ol!” dedi. Sessizlik’in içindeki gölgeler yavaş yavaş toparlanmaya başladı, yerdeki lavdan is yükseldi, etrafındaki taşlar közleşerek yavaş yavaş eridi ve havaya yükseldi ve birleşmeye başladılar. İnsan biçimini andıran ama insana benzemeyen, dik durmak yerine aksine kambur duran, el yerine bir pençeyi andıran simsiyah tırnakları olan ve bir atın toynağını dahi olamayacak şekilde olan ayakları meydana geldi. Çok çirkindi, fazla çirkin. Taht’ın yarattığı mahlukundaki zarafetten yoksundu.

Karanlıkların Efendisi “Senin adın bundan sonra Dorian, yarattığım grubu sen yöneteceksin Dorian.” dedi.

Dorian, “Emredersiniz Lordum!”

Yeniden elini kaldırdı ve yeniden “Ol!” dedi. Bu seferkinin ayakları biraz daha insanı andırıyordu ama başından boynuzlar yükseliyordu, yanında ise kordan kömür yükselerek kapkara bir atı oluşturdu ve gözlerinden alev fışkırıyordu.

Karanlıkların Efendisi, “Senin adın Keeley, bundan sonra geceleri atınla birlikte bana itaat etmeyenleri karanlıkta itaat edene kadar kovalayacaksın.”

Keeley, “Peki efendim!” dedi. 

Karanlıkların Efendisi “Kabil seni çağırıyorum! Kardeşini öldürdüğün için dünyada ölene dek, insanlardan kan içerek acı çekmeye bırakılan mahluk gel buraya!”

Kabil ortaya çıktı. Teni solmuş, gözleri içine çekilmişti ve inci gibi parlayan sivri dişleri dudaklarını deliyordu. İlk cinayeti işlediğinden beri ruhu Karanlıkların Efendisi tarafından kontrol ediliyordu.

Karanlıkların Efendisi, “Kabil seni dünyaya göndereceğim ve sen de soyunun çocukları upyrleri yaratıp benim uberlerime hizmet ettireceksin! Ve bundan sonra da dünyada adın Caleb olacak.” dedi.

Sonra Karanlıkların Efendisi bu üç yaratığını dünyaya gönderir.

 

 

                                                                                                                                   Yaratılış, Ahit:2.

 

 

 

Yaratılıştan Sonra

 

Samhain günüydü ve Sabah yıldızının doğmasına az kalmıştı; yüze yakın kadın ve erkek uberin yer aldığı Hexe Meclisi, ormanın içinde, yerde yatan üç cesedin etrafını çevirmişlerdi. Üzerlerinde keten kumaşından yapılmış dizlerinin altına kadar gelen koyu kırmızı renginde bir pantolon ve bellerinin etrafında kalın hasırdan örgü bir ip bağlıydı. Üstlerinde hiç kıyafet yoktu ve sol ellerinde at kılından yapılmış kısa iplikli bir kırbaç, diğer ellerindeyse yanmakta olan bir mum vardı. İçlerinden biri ortaya adımını attı ve başını göğe kaldırarak gırtlaktan gelen bir sesle bağırdı ve kırbacı göğsüne vurdu. Diğerleri de hafif bir mırıltıyla efendilerine dua etmeye başladılar ve kırbacı göğüslerine indirdiler. Önce yavaşça başlayan bu mırıltı daha sonra ortadaki uber gibi haykırışı gibi yükseldi ve sol ellerinde tuttukları kırbacı göğüslerine yeniden vurdular, yeniden haykırdılar ve vurdular, ta ki etraflarındaki tüm hayvanların her biri yuvasına kaçıp saklanana kadar. Etrafta ölüm sessizliği vardı, kimseden çıt çıkmıyordu ve kadın erkek herkesin  göğüslerindeki kopmuş etten sızan kan toprağa düştü. O an toprak öldü ve toprak diye bir şey kalmadı. Yer kopkoyu bir katrana dönüştü ve zift gibi eriyordu. Yerde yatan üç cesedin etrafından dumanlar yükseldi ve yerdeki katran, bedenlerin üstüne çıktı.  Yavaş yavaş tüm yaraları katran kapattı ve ilk günkü tazeliklerine döndü, yükselen o zifiri karanlık duman ağızlarından ve burunlarından içeri girerek içine hava üfledi. Göğüsleri yükseldi ve cesetler nefes aldı ve hepsi aynı anda gözlerini açtı.

Dorian, Keeley ve Caleb dünyaya indi.

 

                                                                                                                     Yaratılış, ahit:3.

 

Anılar

 

Birinci Bölüm

Spoiler

Afrika Günleri, Gabriel Tyner’ın Anıları

 

13XX yılı, Afrika'nın sıcağında Mısır'a gezi düzenleyen bir koleksiyoncunun yanına her hangi bir duruma karşı geçici doktor olarak kiralanmıştım. İş verenim kırklı yaşlarının sonlarına yaklaşmış sofistike bir beyefendiydi. Her yıl kendisi Afrika’da değerleri parçalar bulmak için geziler düzenlermiş ve bu sefer ki gezide antik dille yazılmış bir defter bulmuş. Onu çözümletmek için iki saat sonra yaşlı bir vudu rahibesinin yanına gidecekti. O yüzden hemen yatağımdan kalkıp yüzümü yıkamak için lavaboya gittim. Çeşmeye doğru uzandım, parmaklarım metalin soğuk tenine değince vücuduma bir titreme geçti ve boşalan suya hızlıca elimi sokarak yüzümü yıkadım. Kafamı kaldırıp aynaya baktığımda kahverengi gözlerimin yoğunluktan dolayı biraz yorgun baktığını ve göz torbalarımın şişmiş olduğu gördüm. Yirmililerin sonlarında bir doktordan ziyade hayattan bezmiş yaşlı bir doktor gibi bakıyordum. Çeşmeyi kapatarak odaya geri döndüm, çekmeceden deri bir kayış aldım ve aynanın karşısına geçerek koyu sarı saçlarımı arkaya tarayarak deri kayışla tutturdum. Gardıroptan beyaz renkli, kolalanmış, yakası geniş gömleğimi çıkardım ve üzerime geçirdim. Siyah ince kumaştan pantolonumu bacaklarımdan geçirdikten sonra bu sıcakta giymekten nefret ettiğim deri çizmelerimi giydim. Odanın pencere kenarına yerleştirilmiş yuvarlak masanın üzerindeki çantama uzandım ve içerisindeki aletleri ve ilaçları kontrol ettim. Odadan çıkmadan önce askıdan ceketimi alarak koluma  yasladım ve odadan ayrıldım. Hanın sade koridorunda yürüdükten sonra merdivenden aşağıya inerek sör Wilhem’in olduğu mini barın yanına gittim, beni görünce ayağa kalkan sör Wilhem,

“Merhaba Bay Tyner, nasılnız?”

“İyiyim efendim, siz?”

“Ben de iyiyim, eğer hazırsan hemen yola çıkalım. Rahibeyi bekletmek kabalık olur.”

“Hay hay, efendim.”

Hanın kapısına yönelerek kapıyı açtık ve dışarı çıktığımızda hanın kapısının zili ses çıkararak kapandı. Bizi bekleyen deve kafilesine doğru gittik, tenleri tarçın renginden daha koyu olan kafilenin üzerinde bel altına kadar uzanan ince bir tunik ve altlarında ince kumaştan kısa pantolon vardı. Bize başlarıyla selam vererek develere binmemizde yardımcı oldular.  Altın rengindeki çölde bir saati aşkın gittikten sonra dışı ceviz ağacı renginde ahşaptan bir eve geldik. Evin bahçesinde, birkaç küçük çocuk sepetteki elmalarla karınlarını doyuruyorlardı ve bahçe kapısında küçük bir ördek grubu vardı, kafamı biraz ileriye doğru uzattığımda kapının eşiğinde, bir sandalyede ,başında tülden beyaz bir duvak olan siyahi yaşlı bir kadın gördüm. Biz gelince gözlerini açtı  “Hoş geldiniz, umarım yolculuğunuz fazla yorucu olmamıştır.”

“Elimdeki kitap için asla hesaba bile katılmayacak bir sorun rahibe, sizi yanıma aldığım doktorum Gabriel Tyner’la tanıştırayım.” dedi Bay Wilhem.

“Merhaba hanımefendi.” dedim.

“Merhaba evlat. Buyurun, ikiniz de içeri geçin.”

Adımımı içeriye attığımda etrafta bir sürü değişik otun tavanlarda sarktığını gördüm ve odaların köşelerinde tütsüler yanmaktaydı. Tütsülerden dolayı oda hafif dumanlı görünse de etraftaki hayvan kemiklerini görmeyi engellemiyordu. Bizi bir masaya davet etti ve sandalyeleri çekerek oturduk.

“Bir şey ister miydiniz?”

“Hayır rahibe, eğer mümkünse hemen işe koyulmak istiyorum. Tabii size de uygunsa.”

“Acele ettiğiniz şey umarım benim nezaketimi reddetmenize değer.”

“Kaba olduğum için beni bağışlayın ama bulduğum şeyi o kadar merak ediyorum ki biraz aceleci davranıyorum.”

Rahibe gülerek, “Çıkar o zaman kitabı da bir bakalım neyin nesiymiş.” dedi.

Bay Wilhem, kitabı çantasından çıkartarak rahibenin önüne koydu. Rahibe, kitabı incelerken büyük bir sessizliğe gömülmüştü sanki diyeceklere dili varmıyor gibiydi.

“Rahibe, ne oldu? Bir anda oldukça sessizleştiniz.”

“Sadece… Böyle bir şeyin hala var olacağını dahi düşünmezdim. Bunu nereden buldunuz?”

“Bir köle taciri gemisi kaptanı ile çarşıda karşılaşmıştım ve yanında Kızılderili bir köle vardı, elinde bu defteri tutuyordu. Yazıları dikkatimi çekti ve ne olduğunu sorduğumda kendisinin de bilmediğini sadece gemide siyah derilere bürünmüş birinin bu defteri masaya bıraktığını söyledi.”

“Demek öyle, bu kitap Enokyan dilinde yazılmış bir ahit. Rivayete göre önceden bu dili melekler konuşurmuş ve bu ahit kitabında Yaratılış konu alınmış.”

“Demek öyle, ne anlatıyor peki bize söyler misiniz?”

“…Karanlıkların Efendisi Kabil’i yanına çağırır…” diyerek devam etti rahibe.

Buraya geldiğimizde pek bir şey bulacağımızdan umutlu değildim, sadece uyduruk bir kitap olduğunu düşünmüştüm ama sanırım yanılmışım ve çok enteresandır, ben gibi bir tanrıtanımaz bile tanrı tarafından cezalandırılan Kabil’e acıdım. Zavallı adam, bir hikayenin kötü kahramanı olsa da aldığı ceza az da olsa beni üzmüştü. O an da konuşmalar dışında bir şeyi fark ettim. Bahçedeki çocuk sesleri kesilmişti, etrafta ne kuş sesi kalmıştı ne de başka bir şey. Sadece bahçedeki ördekler can havliyle kaçacak yer arıyormuşçasına yerlerinde çırpınıyorlardı, bu durumu rahibe ve Bay Wilhem de fark etti. Daha sonra bahçe kapısına siyah deriler içinde bir adam yaklaştı, sanki etrafındaki sıcak hava dalgalanıp bükülüyormuş gibi görünüyordu, tam kapıdan girecekti ki ördekler üç kere vaak vaak vaak* diye ses çıkardılar.

 

*Afrika inancında, bir ördek üç kere birine vakladığında o kişinin cadı olduğuna inanılır. Burada kendi yorumumu katarak şeytana hizmet edenler olarak ele aldım.

 

Çocuklar, korkularından ne yapacağına şaşarak sepetteki kırmızı elmaları adama fırlattılar ve adam beyaz sivri dişlerini çıkararak tısladı. Beyaz sivri diş mi? O an resmen aklım durmuş gibiydi. Elleri bir hayvanın pençelerini andıracak şekilde biçim aldı ve kapıdaki çocuklardan birinin boğazını tuttu, çocuğun soluk borusunu öyle hızlı çekti ki etraf kan gölüne döndü. Yanındaki diğer küçük kız çığlıklar atarak kaçmaya çalıştı ama deriler içindeki adam izin vermeden, kolundan tutup çocuğun elini kırdı. Ah yok mu ize yardım edecek? Niye kimse bu sesi duymuyor, neden kimse yardıma gelmiyor?

Hipnoz etkisi altındalar, o yüzden boşuna yardım çağırmaya nefes harcama. Hem sen miydin bana o acıyan? Cık cık, sence şu an kim acınacak halde?

Korkudan boğazım kurumuştu, terden sırılsıklam olmuştum, nasıl? Bu yaratık da ne böyle? Sanki bu dediklerimi anlamış gibi dudaklarını yukarıya doğru kıvırdı ve köpek dişlerini göstererek kolunu kırdığı küçük kızın boğazını ağzına götürdü. Dişlerini kızın o minik boğazına geçirdi ve ısırarak yere tükürdü. Hızla içeriye doğru adım attı, korkudan bedeni tutulmuş Bay Wilhem’e sanki elektrik çarpmış gibi bir anda hareket geldi ve bağırarak kaçmaya çalıştı ama nafile. Boynundan tuttuğu gibi asılarak omurgası kuyruk sokumundan kopmuş vaziyette yere fırlattı. Üzerim baştan aşağı kan olmuştu, yanımda rahibe çılgınlar gibi dua ediyordu ama pek de faydası yok gibiydi. Derili adam kahkahalara boğulmuştu.

“Küçük yaşlı kadın, birkaç kıytırık dua seni bu durumdan kurtaracak falan mı sanıyorsun? Karşında upyrlerin babası Kabil’in ta kedisi var. Et bakalım tanrına o duanı, sanki seni elimden alabilirmiş gibi.”

Tam rahibenin saçlarından tutacakken üzerine atladım, ikimiz de masaya çarptık, canım çok yanmıştı ama Kabil sanki hiçbir şey olmamış gibi kahkaha atmaya devam ederek elinin tersiyle bana vurdu. Kendimi duvara çarpmış vaziyette buldum ve bir çıtırdama sesi geldi. Canım çok yanmıştı ve aniden bağırmaya başladım, aniden ayaklarımı hissetmemeye başladım. Bu şerefsiz omurgamı kırmıştı! İnanamıyorum, ne berbat gün, ah tanrım eğer varsan lütfen yardım et! Ahh canım çok yanıyor, bu lanet yere geldiğim güne lanet olsun! Bir çığlık daha koptu, sanırım rahibe artık ölmüştü ama kimin umurumda. Terden ve kana bulanmış bir şekilde yerden kalkamaz vaziyetteydim, altıma korkudan işemiştim ve ölmek istemiyordum ama bu rezil halimle de sanki yaşama da devam edebilirmişim gibi!

“Hey, ufaklık mortu çektin mi yoksa ha?”  diyerek ayağıyla karnıma bir tekme attı ve inledim.

“Bakıyorum daha ölmemişsin. Eğer şu an dünya üzerinde hala ayakta kalabilecek olsam sana yapacağımı bilirdim ama şanslısın velet. Hiç cenneti merak ettin mi?”

Ne? Ne saçmalıyor bu geri zekalı.

“Hey sana soru sordum, bana cevap ver!” tam ayağını kaldırmış yeni tekmeye hazırlanırken,

“Bilmiyorum! Hiç düşünmedim bile! Zaten tanrıya inanmıyorum, inanmadığım bir varlığın cenneti hakkında neden düşüneyim!”

“Bak sen, he he. Bendeki de ne şans, nerede inançsız hep kendime çekiyorum. E madem hiç düşünmedin, o zaman ben sana göstereyim ister misin? Hem de bu ağzımdaki pırlantalar sayesinde.”

“Dişlerinle cenneti görmenin ne alakası var?”

“Tabii çok alakası var, bu dişlerin sana yaratacağı zevkle zaten cenneti görmüş kadar olacaksın ve sana oldukça artıları da olacak.”

 Elleriyle boğazıma uzandı ve dudakları gerilerek dişlerinin ortaya çıkmasını sağladı.

“Hey kes şunu, sana evet  demedim, cenneti falan da görmek istemiyorum!”

“Senin söz hakkının olduğunu kim söyledi? Hem zaten ben de cenneti görmedim o yüzden gösteremem, öylesine kafa buldum senle. Bu arada seni dönüştürdükten sonra büyük ihtimal ateşler içerisinde kalacağım, o yüzden uzak dursan iyi edersin.” dedi, yeniden ağzını boğazıma yöneltti ve ısırdı. Artık konuşmaya halim bile yoktu ve gözlerim kararmıştı, sadece siluetleri seçebiliyordum. Kabil boğazına doğru elini  uzattı, boğazını kesti ve ağzımı açarak kanını ağzıma boşalttı.

“İyi geceler velet. Tanrı beni cezalandırdığında dönüşümden sonra başıma gelecekleri bilmiyordum ve sen de aynı yollardan geçeceksin. Başına neler gelip gelmeyeceğini kendin deneyimlersin artık.”

Doğrulduğu vakit, biranda alev aldı ve haykırdı, “Ah sevgili tanrım yine mi sizi kızdırdım? Sırf kimseyi dönüştürmeme kuralını bozduğum için? Ama ilk tohum ekildikten sonra olanlar sizi alakadar etmez artık. Efendi geri döndükten canına okumaya geleceğim. Ahhh… Sı…cak çok sıca…k !”

O anda Kabil küle döndü ve benim de gözlerim kapandı.

 

İkinci Bölüm Birinci Kısım

Spoiler

12XX yılı, Sonbaharın Başlangıç Zamanı

 

At çiftliğinin dışındaki ormandaydım, atım Demirkazık yere çökmüş vaziyetteyken ben de yere oturarak ona yaslandım. Kardeşim Dorian’ı beklerken binici eldivenimdeki sökükle oynuyordum. Hayatın cilvesi midir bilmem ama yaratılış olarak Dorian ile kardeş olmam yetmezmiş gibi yerleştiğimiz bedenler de ikizdi.  Her ne kadar ikizler doğduklarında farklılık olmasa da büyünce gösterirlerdi, benim insan bedenimin gözlük kullanması ve Dorian’ın gözünün altında beni olması gibi. Yaratılışım gereği gözlüğe ihtiyacım olmasa da bazı insanlar tarafından daha iyi ayırt edilebilmemiz için gözlük kullanıyordum. Elimdeki eldivenleri oynamaktan sıkılıp kenara koydum ve kafamı çimenlere yatırdım, sırtımdan bir homurtu sesi geldi. Ani hareketlerimden dolayı Demirkazık rahatsız olmuş olsa gerek. Ona aldırmayarak gökyüzünü izlemeye koyuldum. Sonbaharın gelmesiyle artık eskisi gibi aydınlık bir hava yoktu ama ona rağmen havanın o hafif puslu mavi rengi rahatlatıcıydı. Sanırım bugün yağmur yağacaktı; sol tarafımdan ağaç dallarının çıtırtı sesleri geldi, kafamı çevirdim ve gelen Caleb’tı.

“Hey Keeley, yine mi pinekliyorsun?”

“Hımm, evet. Sen çok sık gelmezdin ne oldu da birden geldin?”

“Özel bir nedeni yok, sadece sıkıldım. Dorian nerede?”

“Şehre indi, küçük bir işi varmış. E minik upyrcik yaratma işi nasıl gidiyor?”

“Şahsen, şu anlık yaratmayı düşünmüyorum.”

“Aaa, neden? Sen zaten bunun için dünyaya yeniden gönderilmedin mi? Kaç yüzyıl geçti, ya birinin kanını içiyorsun ya da orada burada sürtüyorsun ama konu bu olduğunda hala daha  bir şey yapmıyorsun.”

“Dünya üzerinde yirmi yıl yaşadıktan sonra hep cehennemdeydim, sence geri dönmek için acele eder miyim?”

“Orası öyle de, bizimki kızmasın sonra?”

“Vakti geldiğinde birini dönüştürürüm, hem o kızsa da kızmasa da lanetimden ötürü birini dönüştürdüğüm anda zaten cehenneme gönderileceğim, yani beni tekrar yanına çağırıp çağırmaması pek de bir anlam ifade etmiyor.”

“E madem hala vaktin var, gel bir iki el atalım.”

“Yine mi kart oynayacağız? Sen başka bir şey bilmez misin?”

“Ne? Kan içmekten başka bildiğin bir şey varsa alternatiflerini dinlemeye hazırım.”

“Tamam tamam, çıkar desteyi o zaman.”

Atımın eyerindeki çantama uzandım, köşesine elimi daldırarak iskambil destesi ile tütün tabakasını çıkardım. Tabakayı açarak Caleb’e uzattım ve tekini aldı. Ateşle uçlarını tutuşturdum ve yere koyduğum desteyi elime alarak ikiye bölüp karıştırmaya başladım. Karşılıklı olarak dağıtmaya başladım. Elimi açtığımda kupa as, karo kız ve maça papaz, 7 ve 10 vardı. Eh şansım yaver giderse bir Royal Flush yapılırdı. Tabii rakibim Caleb ise kesin yapılırdı, kart oynamada cidden berbattı.

“Key, seni gelirken minik bir kız çocuğu ile gördüm, ne iş?” elinden bir sinek 8 fırlatarak.

“Kendisine binicilik dersi veriyorum, şirin bir çocuk, vahşi biri olmasan seninle tanıştırırdım.” desteden kart çektim, karo joker, harika! Elimdeki kupa ası bıraktım.

“Bunu bana mı diyorsun? Kız gerçek suretini görse kaçacak delik arar!” dedi ve desteden kart alarak elindeki kupa 5’i bıraktı.

“Hangi suret? Bu suret mi? Vah vah körsün galiba! Baksana şu tatlı kıvırcık kumral saçlara ve bu menekşe gözlere. Ayrıca, yuvarlak çerçeve gözlükle de dünyanın en tatlı insanıyım!” desteden kart çektim, kupa 4 geldi, tüh, elimdeki maça 7’yi bıraktım.

“Ahh… Farkındaysan tatlı olan sen değilsin, bedenin.”

“Çok sıkıcısın, en azından muhteşemsin falan deseydin.” dedi ve sonunda elime karo as geldi, geriye gelmesi gereken tek kart ve oyun biter.

“Benden iltifat almak hoşuna gideceğini sanmıyorum. E kızla ilgili özel bir planın var mı?”

“Yoo, dediğim gibi sadece binicilik dersi. Kurban olarak kullanmayı şu anlık düşünmüyorum. Senin dediğin gibi keyfime bakıyorum ama gelecek için bir şey diyemem. Bu arada dönüştürdüğün kişi, aynı sen gibi birini dönüştürdüğünde ölecek mi?” Artık elimde eksik olan sadece tek kart vardı ve hala daha sinir bozucu şey gelmek istemiyordu.

“Burada sıkıcı olan varsa o da sensin bakıyorum. Yine her zamanki gibi en güzel anlarda moral çökerten konular açmasını biliyorsun.” tütün dumanını yüzüme üfleyerek cevap verdi.

“Hey! Gözlük camlarımı kirletiyorsun.” dedim sırıtarak.

“Soy benden başlayacak ama soyu devam ettiren ben değil, benden sonraki olacak. O yüzden hayır, ölecek olan sadece benim.”

“Üzüldüm Caleb, hem bunun için hem de oyun için, Royal Flush.”

“Ahh…”

“Hehe, kaybetmek nasıl bir his? Pokerde hiç kaybetmediğim için bilmiyorum, anlatsana biraz.”

“Kes sesini.”

O an istemsizce kahkaha attım, cidden kazanmayı seviyordum. “Hadi Dorian’ın yanına gidelim Cal, bakalım bu vakte kadar ne yapmış.” ikimiz de ayağa kalktık ve Demirkazık’ın da sırtına hafifçe vurarak ayağa kaldırdım, onu çitlerden tekrar geçirerek ahıra bıraktım ve ayrılmadan önce cebimdeki küçük nane şekerlerini verdim. Cidden nane şekerine bayılıyordu, sevimli şey.

“Oyalanma Key, hadi gel artık.”

“Tamam, hemen peşindeyim.”

 

Şehre inmiştik; abim işi biterse kendisini, Du Nouveau Monde adında, orta sınıf bir barda olacağını ve sonra eve geleceğini söylemişti. Bu yüzden o bara doğru ilerledik, içerisi yine her zamanki gibi sarhoşlar, fahişeler ve çalışanlar vardı. Hemen bir masaya yerleştik ve abimin burada olup olmadığı anlamak için etrafa baktım. Abim gibi tertipli ve temiz giyinen biri, böyle bir yerde hemen dikkat çekerdi ama anlaşılan hala gelmemişti. Yanımıza sipariş almak için bir kadın geldi ve iki bira siparişinde bulunduk.

“Erken geldik sanırım, Key.”

“N’apalım? Bu hırgüre Dorian gelene kadar katlanacağız.”

Kapının zilleri oynadı ve içeriye uzun siyah cüppeli biri girdi ve gövdesini içeri sokunca rahip olduğu anlaşıldı. İleride, daha az insanın bulunduğu bir masaya çekildi. Sanki gelmesini bekliyormuş gibi yanına kızıl saçlı bir kadın oturdu. Rahibin gözlerindeki şehveti görmemek için kör olmak gerekirdi.  Kolunu kadının boynuna dolayarak kulağına bir şeyler fısıldadı ve kadın güldü.

Esneyerek “Böyleleri sağ olsun, işlerimiz hep tıkırında.” dedim.

Baygın bakışlarıyla Caleb, adama sanki elbise dikecek bir terzi edasıyla rahibi baştan aşağı süzdü. O an kapı zili tekrar çaldı ve işte günün adamı gelmişti. Hemen gözleriyle etrafı taradı ve bizi görünce yanımıza geldi.

“Erken gelmişsiniz.” dedi Dorian.

“Biraz öyle oldu Ian, yanımda Cal’ı da getirdim.”

“Hoş geldin Caleb, geleceğinden haberim yoktu.”

“Öyle bir uğrayayım dedim, neyle uğraşıyorsun böyle Dorian?”

Elini çenesinin altına koyarak Enokyan diliyle “Hexe Meclisi için para lazımdı ve onlar için avukatla görüşüp para aklattırdım. Ayrıca buranın kilise civarındaki sakinleri hakkında da araştırma yaptım.”

“Bir şey bulabildin mi peki Ian?”

“Çok fazla bir şey değil, sadece önemli birinin uzaktan kuzeni olan bir rahip var ve o da şu an arkanızdaki kadınla fingirdeşiyor.”

“Kimmiş bu önemli şahıs peki, Dorian?” dedi Caleb.

Heinrich Kramer.”

“Hımm, demek öyle.”  dedi Caleb.

 

İkinci Bölüm İkinci Kısım

Spoiler

Barda konuştuklarımızın üzerinden bir gün geçmişti ve saat sabahın beşiydi, normalde bu saatlerde gün doğumu kendini hafif hafif belli ederdi ama sonbahar mevsiminde olduğumuzdan dolayı hava daha açmamıştı. Veronica ile binicilik dersimiz saat sekiz gibi başlayacaktı ve o zamana kadar hala vaktim vardı. Her ne kadar hala uyuklarken tavanı izleyip, yeniden uykuya dalmak istesem de kalkmak zorundaydım. Yine de elimi başımın altına yasladım, bacağımı bacağımın üzerine atarak tekrar tavanı izlemeye koyuldum. Bir süre geçtikten sonra sıkıldım ve ayağa kalktım, elimi yüzümü yıkamaya gittim ve her zamanki gibi Ian salondaki şömine yanındaki koyu kırmızı renkli berjere kurulmuş, kitap okuyordu. Tam bir canavar, sabahın bu saatinde kalkacak gücü nereden buluyor böyle? Geldiğimi anlamış olacak ki bakışlarını bana dikti.

“Keeley, istersen biraz daha uyusaydın. Ne de olsa bugün dersin yok değil mi?”

Sesindeki iğnelemeyi görmezden geldim. “Hala daha bir saatim var, hem binicilik dersini burada veriyorum. O yüzden sadece kıyafetlerimi giysem yeterli.”

“Sen öyle diyorsan. Bu arada Heinrich Kramer birkaç güne buraya geliyormuş. Hareketlerine dikkat etsen iyi olur.”

Ciddiyetle “Tamam, ederim.” dedim. Heinrich Kramer, zavallı adam, gittiği her yerde çoğu kadını cadılıkla suçlayarak cezalandırmış fakat o kadınların çoğu da masumdu. Heinrich’in gözünde cadı olmak için etek giyiyor olmak yeterliydi sanırım. Elimi ve yüzümü soğuk suda yıkadıktan sonra merdivenlerden tekrar odama çıktım ve dolabıma yöneldim. İçerisinden esnek kumaş pantolonumu ve uzun kollumu aldım. Üzerime giydikten sonra sıra çoraplarda ve çepslerdeydi.  Tüm ekipmanı giydikten sonra ahıra doğru ilerledim. Demirkazık her zamanki simsiyah rengiyle oldukça görkemli bir Arap atıydı. Kapının kenarındaki kovaya uzanarak içerisine su doldurdum ve ahşap kasadan havuç aldım. Demirkazık’ı beslerken aynı zamanda o pamuksu yumuşak siyah yelelerini okşuyordum.  Demirkazık yemeğini bitirince siyah yularını ayarlamaya başladım. İpin bir ucunu ensesinden geçirirken aynen çenesinden geriye doladım. Arkamdan bir varlığın yaklaştığını hissettim.

“Veronica, insanlara sessizce yaklaşmak kabalıktır.”

“Yaptığınız işe o kadar odaklanmıştınız ki bölmek istememiştim Bay Morgenstern.”

“Hımm.” Verocica, on dört yaşlarından hafif uzun boylu, çıtkırıldım, sarışın ve yeşil gözlü güleç bir kızdı. Ona ders vermekten her zaman zevk almıştım. Onunla ilgilenmek, aynı zamanda küçük bir kedi yavrusuyla ilgilenmek gibiydi. “Gümüşdiken hazırsa hadi biniciliğe başlayalım o zaman.”

Veronica’nın ata binmesine yardımcı oldum, hala daha ata binmekte sorun yaşıyordu. Atıyla birlikte onu hafifçe yönlendirdikten sonra yönlendirme işini ona bıraktım. Demirkazık’ın üstüne atılarak ben de peşinden gittim. “Küçük Verie bakıyorum bugün biraz daha iyi at sürebilsen de hala daha atın üzerine çıkmada kötüsün.”

“Elimden geldiğince çabalıyorum ama nedense Gümüşdiken’e binmek beni biraz ürkütüyor.”

“Neden ki? Oldukça uysal ve sevimli bir oğlan kendisi.”

“Bilmiyorum, sanırım binerken onu  korkutacağımdan korkuyorum.”

“Bu konuda endişen olmasın, uysal bir at olsa da kolay kolay korkmaz kendisi.”

“Siz öyle diyorsanız.” diyerek çocuksu gülümsemesiyle karşılık verdi.

“Çizimlerin nasıl gidiyor Verie? En son gittiğimiz göl kenarındaki manzarayı çiziyordun.”

“Ah, o resme hala devam etmekteyim. Tanrı’nın bu dünyada yarattığı tüm ihtişamı çizmek oldukça mutluluk verici.”

“Hımm… Ama kimsenin görmediğinden emin ol, başın derde girmesin sonra.”

“Ne yazık, etrafımızda bu kadar güzel şeyler varken onları çizmenin tanrıtanımazlık olarak kabul edilmesi.”

“Çitlerden dışarı çıkmak ister misin?”

“Evet lütfen.”

Atımızı ormana doğru sürdük, sabahın serinliği ile birlikte yemyeşil ormanın içinde yürümeye başladık. Ormanın biraz ilerisinde taşranın kilisesi vardı, her ne kadar kiliseye bu kadar yakınken yaptığımız işler tehlikeli olsa da bir o kadar güvenliydi. Ayrıca kimse, tehlikeli işleri kiliseye yakınlarında oturan kişilerin yapmış olacağını ilk olarak düşünmezdi. Biraz daha ilerlediğimizde kiliseden çocuk korosu sesleri kulağımıza gelmeye başladı. Sanırım Pazar ayinine hazırlık vardı. Yolda Heinrich Kramer’ın kuzeni Nikolas Kramer vardı, selam vermek için atlarımızdan indik.

“Merhaba rahip Kramer. Nasılsınız?” dedim ve yanımda Veronica da başıyla selam verdi.

“İyiyim bay ve bayan..?”

“Bendeniz Keeley Morgenstern ve bu hanımefendi de Veronica Rosellis.” dedim, bana başıyla selam verdi ve Veronica’nın elini sıkmak için kolunu uzattı. Gözlerindeki bakışı sevmemiştim. Anlaşılan kendisi de Verie’nin rahatsız olduğunu hissetmişti ki elini hızlıca çekti.

“Koroyu dinlemek ister miydiniz gençler?”

“Teşekkürler rahip ama şu an ders arasındayız, birazdan ise tekrar başlayacağız.”

Arkamızdaki atlarımızı ve binici kıyafetlerimizi yeni fark etmiş gibi gözlerini kırpıştırdı.

“Siz gençleri çalışmanızla baş başa bırakayım o zaman, pazar günü ayine gelmeyi unutmayın ama.”

“Hay hay, efendim.” diyerek oradan ikimiz de uzaklaştık. “Verie, sana tavsiyem rahibin yanına fazla yaklaşma. Senin gibi küçük kızların başına bir şey gelsin istemem.”

“Biraz garip biri ama kötü biri gibi gelmedi bana.” dedi.

“Sen daha çocuksun Verie, anlamaman normal ama bunu  seni seven bir büyüğünün tavsiyesi olarak dikkate almanı isterim.”

“Peki, Bay Morgenstern.”

“Hadi son bir tur atalım da seni eve bırakayım.”

Çitlere doğru yeniden ilerledik ve arkamıza rüzgarı alarak hafif koşu şeklinde atlarımızla tur attık.

 

Dersimizin üzerinden üç gün geçmişti ve bir sonraki gün tekrar buluşmamız gerekiyordu ama sanırım bu mümkün olmayacaktı. Dorian, artık burada işimizin kalmadığını söylemişti.

“Biraz daha kalsak olmuyor mu Ian?”

“Oyalanacak vaktimiz yok artık, Hexe Meclisi’nden hala daha efendimizi çağırabilecek güçte cadı çıkmadı. Üstelik bir yerde ne kadar çok kalırsak o kadar dikkat çekeriz Keeley.”

“Peki, ne zaman ayrılacağız?”

“Yol için bir fayton kiralamamız gerek ve onun için şehre gitmeliyiz. Boşsan beraber gidelim.”

“E, hadi o zaman.”

 

Şehre indiğimizde büyük bir kalabalık toplanmıştı, ikimiz de böyle bir şey beklemiyorduk. Yargıcın adamları kilisenin kapısından üstü başı kan içinde bir kızı saçlarından sürükleyerek çıkarıyorlardı ve kız hıçkırıklar içinde “Ben masumum!” diyerek ağlıyordu. Sonra kız kafasını kaldırınca onun Veronica olduğunu anladım. Şok olmuştum, böyle bir şey beklemiyordum.

“Neler olmuş burada böyle Dorian?” dedim.

“Bilmiyorum, hadi birine soralım.” diyerek kalabalıktan bir kadına yaklaştı. “Hanımefendi burada ne oldu böyle?” dedi Dorian.

“Şu küçük kız rahibi bıçaklamış, bunu gören rahibe de gidip yargıcı çağırmış.”

“Bıçaklamış mı? Emin misiniz?”

“İşin aslını bilmiyorum, maalesef.”

Dorian hayretler içinde kafasını salladı ve kulağıma yaklaştı. “Bu işte bir parmağın var mı Key?”

“Tabii ki hayır. Neden böyle bir şey yapayım? Tamam yetişkinleri ölüme sevk ettiğim doğru ama niye bir çocukla uğraşayım?”

“Bilmem, Caleb’ın yanında kala kala aurasından etkilenmiş olabilirsin diye düşündüm.”

“Hayır, kardeşim. Bununla bir alakam yok ve kızın tutulduğu yere bu akşam gidip olayın aslını öğrenmek istiyorum.”

“Akşama kadar bekleyecek kadar vaktin olmayabilir. Eğer cidden bıçaklamışsa birazdan sorguya çekilir ve yarın infaz edilir.”

“O zaman, şimdi mi görüşme isteyeyim yargıçtan?”

“İzin verirse neden olmasın ama sakın bizi sıkıntıya sokacak şeyler yapma. Giderken sorun yaşamak istemiyorum Keeley.” dedi Dorian.

 

Yargıcın yanına gittim ve her ne kadar görüşmek istesem de izin vermedi. Tekrar denemek istedim.

“Lütfen Sayın Yargıç, çok kısa bir görüşme yapmak istiyorum.”

“Sana hayır dedi, çocuk. Kulakların sağır mı yoksa?” arkamdan koyu bir bariton ses geldi. Kafamı çevirdiğimde o buruşuk tenli, saçları hafif kelleşmiş Engizisyoncu Heinrich Kramer vardı. Kahretsin, işler daha ne kadar kötüleşebilir?

“Üzgünüm rahip ama ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyorum. Karşımızda bir çocuk var, izin verirseniz onunla konuşmak istiyorum.”

“O, kuzenimi öldürmüş ve çocuk suretine bürünmüş bir şeytan! Gözlerinin seni yanıltmasına izin verme.“

“Ama efendim…”

“Birazdan halkın gözünde sorguya çekeceğim zaten. O zaman ne olduğunu göreceksin ve artık yargıcı rahatsız edip durma, onunla işlerim var.” diyerek beni omuzlarımdan tutup kenara ittirdi. Ne kadar geri zekalı bir adam bu böyle? Gerçek suretimi görsen böyle der misin acaba? Şanslısın ki etraf kalabalık. Taşkınlık çıkarmamak adına geri çekildim ve yargıçla birlikte yargıcın odasına gidişini izledim.

 

Dorian’la birlikte kilisenin karşısındaki sandalyelerde oturmuş bekliyorduk. Herkes sorgulamayı merakla bekliyordu. Ve meydandaki sorgu yerinin köşesindeki demirci, uçlarında harf olan demir çubukları alevde kızdırıyordu. Kilisenin kapısında bir hareketlilik oldu ve ağlamaktan gözleri şişmiş ve hala daha ağlamaya devam eden zavallı Veronica, sorgu yerinin ahşap basamaklarına sürüklendi. Merdivenden çıkartıldıktan sonra elleri ve kafası ahşap boşluğa yerleştirildi ve kilitlediler.  Kilisenin kapısından Heinrich Kramer çıkarak Veronica’nın durduğu yere gitti ve halka seslendi.

“Treves halkı, isterdim ki size selam vererek güne başlayayım ama bugün bu mümkün görünmüyor! Bugün hepimizin sevgilisi Rahip Nikolas Kramer öldü, Tanrı onu güzel bahçelerinde ağırlasın, ölümünden sorumlu olan ise yanımdaki bu küçük kız. Çocuk olduğuna bakmayın, kendisi yılanın o zehirli diline sahip küçük bir şeytan! Hem kendisini taciz ettiği iddiasıyla bizim Tanrı’nın hizmetkarına iftira atıyor hem de onu kanını ellerinde taşıyor!”

“Lütfen, doğruyu söylüyorum sayın rahip.” diyerek cevap verdi Veronica.

“Senin gibi Tanrı’ya şirk koşan birine mi inanacağız?!”

“Ne?”

“Şuna bakın, bir de bilmezlikten geliyor. Yargıçla görüştüğümde ondan bazı defterler aldım. Bu sözde küçük kızımız, meğer şeytanın takipçilerindenmiş.” diyerek yanında getirdiği çantasını açarak içindeki defterleri çıkardı ve defterin sayfalarını gösterdi. İçinde Veronica’nın yaptığı çizimler vardı; kimilerinde insan portresi, kimilerinde doğa ve hayvan resimleri vardı.

“Görüyorsunuz sevgili halkım; sevgili Rahip Nikolas Kramer, bu şeytanın hizmetkarı, yani bir cadıya kurban gitti!” Rahip, demircinin kızdırdığı k harfli demiri alarak Veronica’ya döndü. Veronica, o anda feryadı kopardı, ellerini ve başını oynatarak kilidi kırmaya çalıştı ama nafile. Rahip yaklaştıkça çığlıkları daha da arttı ve ağlaması şiddetlendi. Kimileri rahipten dolayı yardım etmek isteseler de Veronica'ya yardım edemiyorlardı bu yüzden zavallı kız diyerek vicdanını rahatlatıyorlardı,  diğerleriyse şeytanın müridi diyerek çekeceği acıyı görmeyi merakla bekliyorlardı.

“Elimdeki demir katilin “k”sini taşıyor ve cesedini kasaba meydanına astığımda işlediğin günahı herkes görecek ve onları günah işlemekten uzak tutacak. En azından ölünce bir işe yaramış olacaksın!” dedi ve elindeki demiri Veronica’nın alnına doğru yaklaştırdı, Veronica kafasını yana çevirse de rahibin yardımcılarından biri gelip kafasının hareketsiz kalmasını sağladı.  Demirin ucundaki harf, alevde durmaktan koyu kırmızıydı ve uçları sarıydı, kor gibi sıcaklığı daha Veronica’nın anlına yaklaşmadan onu terletmeye yetmişti.  Ve o kor sıcaklığındaki demir, Veronica’nin alnına basılır. Ortaya yaralı bir hayvanın kurşunla vurulunca çıkardığı, o boğuk çığlık kulakları doldurur.

 

Veronica’ya gerçekten üzülmüştüm, kendi türdeşi tarafından böyle muamele görmek…

“Keeley gel artık gidelim, asık asık orada durma artık.”

“Dorian, sen bunu izlerken hiç mi bir şey hissetmedin?”

“Hissetmeli miyim? Unuttuysan biz şeytanız.”

“Şeytanlar bir şey hissetmez mi?”

“Bilmiyorum ama insanların bizim türümüze karşı davranışlarına bakılırsa öyle olması gerek.”

“Bizim öyle olduğumuzu söyleyen ırkın bugünkü davranışında bizden pek de farkı yoktu.”

“Nereye varmaya çalışıyorsun Keeley?”

“Sadece üzüldüm, o kadar.”

“Buradaki olay bizi alakadar etmez Keeley, yolumuza devam etmeliyiz. Ayrıca duruma dahil olarak Kramer’ın dikkatini çekmek istemeyiz sonra peşimizde bir engizisyon ordusu eksik kalır.”

“Hımm.”

“Keeley sakın!”

“Tamam.”

“Keeley, olaya dahil olman neye fayda sağlayacak kardeşim? Kız alnından damgalandı, nereye giderse gitsin o anlı ortaya çıktığında, oradaki en yakın kilisede infaz edilecek. Üstüne biz bu duruma burnumuzu soktuğumuzda Kramer olayı anlayabilir. Hayır, kesin anlayacak. Yaşlı ve aptal bir bağnazın teki olabilir ama güçlü bir varlığın kokusunu aldığında onun peşini bırakacak en son insandır. Biraz kendine çeki düzen ver artık, buraya sen insan gibi davran diye gönderilmedin!”

“Tamam Dorian… Anladım, seni endişelendirdiysem üzgünüm.”

Homurdanarak “Beni endişelendirdiğin falan yok.” dedi.

Sırıttım. “Senin ben içini bilirim, yaratılıştan beri birlikte olduğun kardeşin için endişelenmeyeceksin de kimin için endişeleneceksin?”

“Kapa çeneni. Sorgulamayı izlerken duygusal olarak çöktün sanırım, saçmalıyorsun.”

“E madem saçmalıyorum: söyler misin sevgili Dorry, bu zamana kadar hiç kimseyle sesini yükselterek konuşmayan Dorian, neden konu ben olduğumda hep bağırıp çağırıyor?” dedim ve ona dirsek attım fakat hemen kenara çekildi.

“Kes şunu aptal, hadi eve gidelim.” dedi, o kadar yılın ardından ilk defa yüzünde bir gülümseme vardı.

 

 

Eve gelmemizin üzerinden üç saat geçmişti ve saat akşam ondu.  Her ne kadar Dorian haklı olsa da Veronica’nın durumu aklımdan çıkmıyordu. Şahsen aklımda bir seçenek vardı ama Dorian’a konuyu açmaktan biraz çekiniyordum, malum en son bayağı sinirlenmişti. Yine de şansımı denemek için Dorian’ın yanına gittim. Daha ben yaklaşamadan kafasını kaldırıp “’Dorian, her ne kadar öyle desen de Veronica’yı unutamıyorum. Hiç mi yapabileceğimiz bir şey?’ diyeceksin sanırım.” dedi Dorian.

“Şeeey… Doğru bildin aynen devam et.”

“Ne yapmamı istiyorsun sevgili kardeşim? Sana durumumuzu açıkladım diye hatırlıyorum.”

“Şey… Teklifte bulunsak nasıl olur?”

“Ne!?”

“Kızma hemen, hem kız hayır dese bile yarın ölecek. Kimsenin durumdan ruhu bile haber olmaz.”

Uzun bir sessizlik oldu, duruma karşı tepkisiz gibi görünse de Dorian’ın duruma üzüldüğü belliydi.

“Hadi ama Dorian, bunu tek yapabilecek olan sensin. Hem kabul ederse bize faydası bile dokunur.”

“Peki.”

“Ne?”

“Tamam, yapacağım.”

“Ooo, biraz daha uğraştırırsın diye düşündüm.”

“Her neyse. Eğer bu işe gireceksek kaybedecek vaktimiz yok.” dedi.

“Her hangi bir duruma karşı ben buralardayım, keyfine bak.” dedim.

Dorian yatağına doğru uzandı, vücudunu gevşetti ve derin bir iç çekti.  Gırtlaktan gelen tenor sesiyle

“Ol sonf vorsg, goho iat balt, lonsh calz vonpho.”  diyerek üç kere tekrar etti. Gözlerinin maviliği gitti ve tamamen beyaza büründü. Ölü gibi sessizce yatağında yatmaya devam etti.

 

DORIAN

 

Gerçek alemi terk etmiş vaziyetteydim ve rüyalar alemindeydim. Herkesin rüya kapası birbiri ardına uzanıyordu, aralarından geçerek Veronica’nın rüya kapısına doğru yöneldim. Kapıyı açarak zihnine girdim. İçerisi, güneş vuran aydınlık bir odaydı. Eşyaların hepsi beyazın farklı tonlarındaydı. Sanırım kötü bir günden sonra rüyalarını bu şekilde görerek kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Veronica’yı duvarının köşesinde oturmuş ve bacaklarını kendine çekmiş vaziyette ağlıyorken buldum.

“Selam Veronica. Daha önce hiç yüz yüze tanışma fırsatımız olmamıştı.” dedim.

Veronica kafasını kaldırdı ve cansız gözlerle bana baktı. “Bay Morgenstern? Rüyamda neden sizi görüyorum acaba?” dedi ağlayarak.

“Ben Keeley değilim.”

“O, değilsen kimsin o zaman?”

“Rüyadagezen.”

“Ne gezen?”

“Ah, sizin dilinizde karabasan oluyor sanırım.”

“N-ne?”

“Doğru duydun küçüğüm ama aynı zamanda Keeley’in de ikiziyim. Onun hatırına sana teklifte bulunmaya geldim. Kabul edip etmemek sana kalmış.”

“Ne teklifiymiş bu?”

“Malum, bugün kilise rahibi tarafından kıçına tekmeyi yedin. Ama öncelikle,  insanların önünde kibar davransam da kendi alemimde öyle değilim haberin olsun. Aslen burada oldukça kaba biriyim, o yüzden saçma sapan şu ağlayıp zırlamanı kes. “

Sessizlik.

“Ahh, bak küçüğüm bugün hayatını değiştirecek muazzam bir teklifte bulanacağım. Bu lanet kasabadan kaçıp kurtulmak istiyor musun istemiyor musun bana onu söyle.”

“Elbette isterim ama böyle bir durumdan kurtulmanın yolu var mı?”

“Var tabii. Ruhunu şeytana sat.” dedim.

 

 

İkinci Bölüm Üçüncü Kısım

Spoiler

“Ruhumu şeytana satmak mı?”

“Evet, neden olmasın? Bu durumdan seni kurtarabilecek tek kişi o.”

“Sen ne dediğinin tam olarak farkında değilsin sanırım.”

“Neden bu kadar tepki gösterdin ki? Hem başka alternatifin de yok, tabii ölmekten başka.”

“Ruhumu şeytana satmam demek, onun kölesi olmam anlamına gelir. Bunun ne anlama geldiğine dair fikrin var mı?”

“E, zaten şu an kendi tanrının kölesi değil misin? Arada ne fark var?”

“Şeytana hizmet edersem cehenneme gideceğim, onun yerine ölmek daha iyi.”

“Ölünce cennete gideceğini nereden biliyorsun? Hem cehenneme gidebilmen için ölmen lazım. Ölmedikten sonra cehenneme gitmeyeceksin, ayrıca efendim dünyayı ele geçirince kendine hizmet edenleri de mükafatlandıracak. O zamana kadar hayatta kalırsan şu halinden bile daha iyi durumda olacaksın. Eğer teklifi reddedersen elinde sadece on beş yıllık yaşamın olacak, üstüne cennete gideceğin bile kesin değilken. Hem senin tanrından uzun süre boyunca haber de alamadık, belki de ölmüştür. Baksana kendine inananı bile kurtarmaktan aciz ama ben sana benim tanrımın hayatta olduğunu ve sana yardım edebileceğini söyleyebilirim.”

“…”

“Düşüneceksen çabuk düşün, fazla vaktimiz yok. Burada her ne kadar zaman normal akıyor gibi görünse de oldukça hızlı akar. Hatta şu an ölüm saatine bile gelmemize az kalmış olabilir.”

“…”

Ne ısrarcı ama! Keeley istemeseydi seni ikna etmek için bu kadar dil dökmezdim, tamam yaşadıklarına biraz üzülmüş olabilirim ama bu kadar zaman katiyen harcamazdım.

“Bak çocuk, cidden sabrımı taşırmaya başlıyorsun. Bugün olanları sana özet geçeyim belki aklın başına gelir. Aptal, bağnaz ve sapık bir rahip tarafından taciz edildin, üstüne onun akrabası tarafından herkesin içinde ona iftira attığını, şeytanın müridi olduğunu söyleyerek o alnındaki koca damganın oluşmasını sağladı. Ve bunlar olurken bir kişi bile seni kurtarmaya geldi mi? Hayır. O kişilerden intikam alman için eline fırsat veriyorum. Onların hepsinden intikam almak istemez misin? Ya da sen orada çığlık çığlığa ağlarken senin yakarışından zevk alanlardan?

“Elbette isterim.”

“Tamam mı?”

“Ne yapmam gerek?”

“Elimi tut. Seni kapıdan dışarı çıkaracağım.”

Kapıya doğru yöneldik ve Veronica’nın rüya kapısından çıktık. Şimdi herkesin kapısının bulunduğu aleme gelmiştik. Yerde, yukarıda ya da yan tarafımızda, her yerde dağınık bir sürü kapı vardı ama biraz ileride oldukça büyük ve diğerleri gibi kahverengi olmayan siyah renkli bir kapı vardı. Kapıdan içeri girdik, bu kapının ötesindeki oda alemler arasında büyü yapmak için oldukça el verişliydi.

“Şimdi Veronica, gözlerimin içine bak ve zihnini boşalt. Bunu yaptığında asıl bedenine hükmedeceğim.”

Veronica’nın çenesini tutup kaldırarak, gözlerinin benimle buluşmasını sağladım. Duayı okumaya başladığımda kızın bedeni titremeye başladı ve yavaş yavaş sıcaklığı düşüyordu ve ruhu kayboldu. Birinin bedenini rüyalar aleminde hükmetmeye çalışınca ruhu kendi zihnime hapsolurdu ve zihnimde de çok hoş anılar yoktu.

 

Gözlerimi açtığımda kendimi parmaklıklar ardında buldum ve kızın bedeni felaket ağrılar içindeydi, acı çekmeyi sevmezdim, o yüzden işimi çabuk tuttum. Etrafta yere büyü çemberi çizebileceğim bir taş aradım ama bulamadım, ne yapsam diye düşünürken Veronica’nın saçında ellerimi gezdirdim, muhakkak saç tokalarından biri kalmış olmalıydı. Kahretsin ki kalmamış, o yüzden korsesine yönelerek elimle büktüm ve uç kısmını hafifçe kırdım. Duvara doğru yönelerek duvarı kazımaya başladım. Yeteri kadar toz elde ettiğimde hemen çizmeyen başladım. Çember içinde çember vardı ve ikisinin arasında yukarıda havanın, aşağıda toprağın, solda ateş ve son olarak sağda suyun sembolü vardı. Küçük çemberin içine çifte Davut Yıldızı çizerek büyü temelini oluşturdum. Bu kadar işlemden sonra Veronica’nın cadı olduğu kesin kanıtlanacaktı ve peşinden engizisyon gelmemesi olanaksızdı. O yüzden elimi kanatmaktan hiç çekinmedim ve başta çizdiğim sembollerin üzerine üçer kez kan damlattım ve kızın bedenini içine yatırarak kendi bedenime döndüm. Bir süre sonra Veronica da geri geldi, hızlıca kolundan tutarak odanın içerisindeki aynı çembere yatırdım.

“Ne yaparsam yapayım sakın sesini çıkarma, ne duyarsan duy sakın gözlerini açma ya da kıpırdama. Anlıyor musun beni?” dedim.

Kafasını salladı ve işe koyuldum. Veronica’nın kıyafetinin ön düğmelerini açtım ve kitaplığıma yönelerek grimoiremı aldım, içerisinden uygun sayfayı açtım ve kızın yanına göbek hizasına koydum, çekmecelerden dört mum alarak elementlerin hizasına yanmış bir şekilde yerleştirdim. Parmağımı dişlerime götürerek derisini kestim ve göğüs kemiğinin başlangıcından göbek deliğinin aşağısına kadar `Helel ben Sachar` yazdım. Elimdeki tırnakları, asıl yaratılışımdaki formuna döndürerek göğsüme vurdum ve sesten irkilen Veronica hafifçe çığlık attı. “Şşşş.”  dedim ve yeniden dönüşümüme devam ederek içimdeki varlığı çağırdım. Acıdan dolayı çığlık attım ve önce derim, sonra tırnaklarım yere dökülmeye başladı. Geriye kalan dişlerime keskin sivri dişlerim dışarı çıkmak için baskı uygulayınca onlar da döküldü ve gözlerim yuvalarından fırladı. Artık tüm varlıkların ruhunu görebilen gözlerimle dünyaya bakıyordum. Gözlerimi Veronica’ya diktim, ellerimle yüzüne uzandım, uzandığım yerler tırnaklarımdan dolayı kanadı ve boynuna doğru yönelerek onu dişlerimle ısırdım. Isırdığım yerde efendimizin asıl dildeki adının yazılış şekli pembe bir kızarıklık bırakacak şekilde kabardı. Boğuk ve cızırtılı sesimle “Artık bizden birisin ve efendimiz ölene kadar ne ondan kaçabilirsin ne de ondan saklanabilirsin.”

Gözlerini açtı ve bakışlarını bana yöneltti. Küçük bir sessizlikten sonra çığlık atarak odanın diğer ucuna koştu. Elimde olmadan kahkaha atmaya başladım, bu halimdeyken asla özüme karşı koyamazdım. Korkusu hoşuma gitmişti ve bu kahkahamın daha da şiddetlenmesi sağladı. Bir anda odamın görüntüsü silikleşmeye başladı, bir yerden ardıç ağacı kokusu gelmeye başladı. Benim odamdan geliyor olamazdı, yoksa… Olayların aslını görmek için hızlıca kızın zihnine girdim ve karşımda Heinrich Kramer’ı gördüm.  Konuşmasına fırsat bile vermeden zihnini ele geçirmeye çalıştım ama giremedim, tekrar denedim ama olmadı. Bir şeyler tersti ve bu çocuk yeteneğiyle yapabileceklerim sınırlıyken üstüne hapishanedeydim. Rahibin üstüne yeniden baskı kurup zihnine girmeye çalıştım ama lanet şey bir şekilde karşı koyabiliyordu. Nasıl? Rahip zor da olsa baskıdan kurtulup sırıttı ve boynundan bir muska çıkardı. Kahretsin, madem zihnine giremiyorum, bir süreliğine bedenini kullanmanı engellerim o zaman. Gözlerimi gözleriyle buluşturdum ve hareketsiz bıraktım. Zihnimden Keeley’e uzanarak, Keeley bir sorunumuz var diyerek seslendim.

Ne sorunumuz var? Kabul etmedi yoksa?

Hayır, kabul etti ama şu an kızın yanında Engizisyoncu var.

Biraz düşündü ve Ian o zaman kızı oradan bırak, zaten cadı olarak yargılanan da o. Onun için ölmene gerek yok, direkt kendi bedenine dön, bekliyorum.

Keeley, kız gözlerini açtığında asıl suretimi gördü ve benden kaçmaya çalıştı. Engizisyoncuya bizi söylemeyeceğini nereden biliyorsun?

Kahretsin.

Evet kahretsin, sana bu işe bulaşmayalım dedim ama dinlemedin.

Tartışmayalım, atımı hazırlayıp oraya geliyorum ve Caleb’ı çağır. Heinrich’in yalnız olduğunu sanmıyorum.

Seni aptal bunu yaparsak varlığımızı öğrenmeyen kalmaz!

O zaman hepsini öldürürüz.

Hepsini öldürdükten sonra bu olay biraz konuşulur ve efsane olarak anılmaktan öteye gitmez kardeşim. Sakin kal ve bedenine dön, en azından bu şekilde yaparak bize destek olursun.

Tamam geliyorum.  

 

Asıl bedenime döndüğümde Keeley çoktan deriden siyah zırhını kuşanmıştı ve zırhının bağlama noktaları insan kemiklerindendi. Siyah deri eldivenlerini ellerine geçirdi; üst kısmında boynuzları olan ve burnunda soldurulmuş gümüş halka barından, siyah renkli şeytan maskesini taktı.

“Caleb yolda mı Dorian?”

“Evet, gelmeden önce kendisine haber verdim. Ben de buradan kalan gücümle diğerlerinin zihinlerine gireceğim. Bu arada Heinrich muska takıyor, dikkatli ol.”

“Olurum.”

 

Keeley

 

 

Ahıra doğru ilerledim ve Demirkazık beni hazırda bekliyordu. Hiçbir şey demeden onu yerinden çıkardım ve üstüne atladım. Üstüne atlamamla gözlerinden alev fışkırması ve etrafına sıcak siyah buhar yayması bir oldu. Göğe doğru elimi kaldırarak kılıcımı çağırdım, rengi kömür gibi koyuydu ama kenarları paslanmış demir rengindeydi. Atımı şaha kaldırdığımda atım kişneyerek sessini doğaya duyurdu ve tüm hayvanlar kaçıştı.  Arkamda atımın ayaklarından çıkan alevler bırakırken kiliseye doğru kahkaha atarak etrafımdaki görüntüler silikleşecek kadar hızla kiliseye doğru gittik. Meydana geldiğimde atımı tekrar şaha kaldırdım ve kişnemesini sağladım, yataklarından uyanan herkes perdesini açtı ve dışarıya baktı.  Yüzlerindeki bakış muazzamdı, kilisenin içinden bir rahip çıktı ve beni görür görmez bir istavroz çıkardı. Komikti, beni ancak melek diliyle yazılmış bir muska durdurabilirdi. Atımı ona doğru sürünce korkudan kaçtı ve diğerlerine seslendi ama nafile, kılıcımı sola doğru salladım, önce kaslarının ağırlığını daha sonra kemiğinin ağırlığını hissederek kafasını uçurdum. Kilisenin girişini kana bulamıştım, bu kadar beyazlığa renk gelmesi iyi olmuştu.

 

Sol kulağımdan bir uğuldama geldi ve kafamı yana çevirince maskemin yanak kısmına bir şey saplandı, canımı acıtmıştı, elimi götürüp yanağıma yapışan şeyi çıkarıp baktım. Mermi mi? Kafamı kaldırıp karşıma baktığımda bir engizisyoncuyu gördüm, gözlerinde bana karşı büyük bir nefret vardı. Sol tarafımdan karartılı bir cisim yaklaştı ve kılıcımı ona salladım. Yana çekildi ve silahlı olan tekrar ateş etti. Bu seferki boynuma saplandı ve atımdan düştüm, lanet olsun.  Hızlıca yerden yuvarlanarak ayağa kalktım, ilk olarak şu atıcının işini bitirecektim, o yüzden atımı diğer adamın üzerine saldırması için işaret verdim. Hızlıca atıcının üstüne koştum ve yerden savurma yaparak kılıcımla elini kesmeye çalıştım ama hızlıydı, hemen geri zıpladı. Cebinden bir paket çıkartarak silahına boşaltmaya başladı, bunu fırsat bilip saldıracakken arkamdan bir kırbaç darbesi yedim. Kahretsin, bunlar kaç kişiydi böyle?  Yeni bir kurşun baldırıma girdi, yetti artık! Kırbaçlı olan yeniden vuracak olduğunda kırbacını savurmasını bekledim , tam savurduğunda kırbacını yakaladım, yeniden mermi yedim ama acıyı umursamayarak adamı kendime çektim ve kılıcımı karnına gömüp yana kıvırdım. Kulağımda garip bir gümleme sesi vardı, bu da ne böyle? Atıcıya baktım ama ortada yoktu. Nereden geliyor bu ses böyle, ah nedense bir anda hızlı nefes almaya başladım, ellerim titriyordu. Bana neler oluyordu böyle? Nefes seslerim bir anda sesli olmaya başladı ve gümleme sesleri arttı. Bu sesler yoksa benden mi geliyordu? Ahhh heyecanlandım demek!  Ahh titrememi durduramıyorum! Nereye kayboldu şu kör olasıca, gelse de mermilerini ona teker teker yedirsem. Dişlerimin uçları azmaya başladı ama engel olamıyordum ve görüşüm yavaşça değişmeye başladı. Kilisede garip garip aura renkleri görmeye başladım, adrenalinden dolayı yarı dönüştüm sanırım.  Masanın arkasında beyaz auralı biri saklanıyordu, bizim minik atıcı sanırım. Kılıcımı kaldırarak masanın üstüne atladım ve bedenini ortadan ikiye ayırmıştım. Üstüm başım kanım olmuştu. Ah özgürlük, sonunda orama burama giren mermilere bir son.  Etrafı tarayarak atımı aradım ama bulamadım, bir de dışarı bakmak için oradan ayrıldım. Atımın ağzında ilk karşılaştığım engizisyoncunun kafası vardı. Akıllı çocuk, daima ne yapılacağını bilir. Hapishaneye gitmeden önce Caleb’ı beklemeye koyuldum. Heinrich bu kadar kolay alt edilmeyecekti.

 

 

İkinci Bölüm Dördüncü Kısım

 

Spoiler

CALEB

 

Gecenin dört sularında uğraşmak zorunda kaldığım işler cidden can sıkıcıydı, şanslıydık ki mevsim sonbahardı ve güneşin doğumuna kalmadan işimizi bitirecektik. En azından öyle umuyordum. Keeley’in atı yüzünden geçtiği her yer alev almış yanıyordu, her yerde yanık kokusu vardı, tabii biraz ilerideki kan kokusu da burnumu doldurmuştu. İnsanların bazıları korkudan evinden dışarı çıkamazken, bazıları da bir grup rahibe tarafından kadınların kaldığı kiliseye toplanması için yönlendiriliyordu. Oraya doğru yöneldim ve biraz geriden pencerenin içerisine baktım. Hepsi korkudan dua ediyordu, dua etmekten ziyade bu durumdan nasıl kurtuluruz diye düşünseler daha mantıklı olurdu. Kilisenin kapısına doğru yöneldim, hipnoz etkisini rahibeye kullansam mı diye düşündüm ama yüzüne bakınca kullanmaya gerek kalmayacak kadar saf bir kadın olduğunu fark ettim.  Kapıya yaklaşarak en acındırıcı sesimle  “Sevgili rahibe, beni de içeriye alır mıydınız? Korkudan ne yapacağımı bilmiyorum.” dedim, rahibe başını kaldırdı ve sağına doğru döndü. Gülümseyerek “Hiç böyle durumlarda izin istenir mi, evlat?" dedi.

Hımm… “Ama ayağım sakat, buraya bu halimle yürürken çok çaba sarf ettim. Acaba içeriye girerken yardımcı olur musunuz?”

Rahibe bakışlarını ayağıma doğru yönlendirdi, bir anda gerildim. Kadını yanlış mı yorumlamıştım? Ama gülümseyerek “Elbette.” dedi ve adımını dışarıya attı, koluma girerek beni kapıdan içeriye soktu. Ah, bir anda cidden hayır diyecek sandım. Gece vakti insanlığın iyi görememesi tam bir nimet.

İçeriyi gözlemlemeye başladım, elli küsur insan vardı. Burayı hızlıca halledip Keeley’e gitmem lazımdı, geri kalan kasaba halkını Dorian’ın halledebileceğini düşünüyordum. Elbette işi bitince oldukça yorgun olacaktı ama az da olsa geriye insan kalırsa Key ile birlikte icabına bakardık. Önemli olan Heinrich Kramer’dı, her ne kadar burada yaptığımız vaktinde unutulacak olsa da bazı din adamları tarafından unutulmayacağına adım gibi emindim.  Hafifçe gülümsedim, ah cidden oldukça eğlenceli.  Öldürmenin zevkine ilk baktığımda oldukça korkmuştum ama vakit geçtikçe ne kadar zevkli bir eğlence olduğunu fark ettim.

“Genç, bir sorun mu var? Neden sırıtıyorsun?” dedi.

“Sevgili rahibe, böyle bir durumda neden bir sorun olsun ki? Sizin için durum o kadar trajik ki gülmeden edemiyorum.”

“Anlamadım.”

“Anlamanıza gerek yok zaten, birazdan ölecek biri için oldukça gereksiz bir uğraş olur ama endişelenmeyiniz, beni içeri aldığınız için size nazik davranacağım.” dedim.

Üst ve alt köpek dişlerimin olduğu yerden uzun ve keskin vampir dişlerimi ortaya çıkardım ve rahibenin boynuna gömdüm, biraz kanını içtikten sonra boynunu kırıp yere attım. Etrafta çığlıkların senfonisi yükseldi, ne hoş.  Arkama dönerek girdiğim kapıyı kapattım ve öndeki vaaz dinlemek için oturulan sıralardan birini kapının önüne getirdim. Geriye etrafta yanan mumların aydınlığı ile vitray camlardan giren soluk ay ışığının parlaklığıyla aydınlatılan korku dolu yüzler vardı.  Başlarına neler geleceğini bilen yüzler, mumların hepsi sözdü ve geriye sadece ay ışığı kalmıştı.  

İşim bittiğinde geriye baştan aşağı kırmızı boya ile boyanmış bir gibi görünen duvarlardan ve cesetlerden başka bir şey kalmamıştı. Kadınların kaldığı kiliseyi terk ederek Keeley’in olduğu bölüme yarı kurda dönüşmüş formumla hızlıca koşarak ilerledim, beni görenlerin peşinden koşmayıp hepsini Dorian’ın ellerine bıraktım. Evet, Dorian’ın varlığı herkese yaklaşmaya başlamıştı, hissedebiliyordum.  Erkeklerin kaldığı kiliseye yaklaştığımda Keeley’i atıyla konuşurken gördüm, atının ağzında bir cisim vardı. O da ne öyle? O bir kafa mı? İnanamıyorum, Key’in atı insan kafası mı yiyor?!  İğrenç. Tamam, benim kan içmem de o kadar sevimli bir şey değil ama kafadan iyidir.

“Hey, Key! Durumlar nasıl?” diyerek seslendim.

“Ah sevgili Caleb, hiç gelmeyeceksin sandım! İhtiyaç olduğunda geç gelirsin ama ihtiyaç olmadığında dibimizde bitersin.”

“Şakayı bırak Key, Heinrich nerede? Bu kadar gürültü patırtı koparken hala gelmemesi tuhaf.”

“`Belki de korkudan gelememiştir.` demek isterdim ama mümkün değil. Ben buranın icabına bakarken büyük ihtimal hazırlık yapıyordu ve adamımızın boynunda o özel muskalardan var. Nereden elde etti cidden bir fikrim yok ama buna sahip olan birisi, şu anda sağlam bir hazırlık yaptığına eminim.”

“Anladım ama adam ortaya çıktığında onu dışarı çek. Bu şekilde sana fazla yardımcı olabileceğimi sanmıyorum.”

“Olmuş bil.” dedi.

 

 

KEELEY

 

Kilisenin içine girdim, içerisinde büyük bir sessizlik vardı. O yüzden adımlarımı oldukça dikkatli attım ve ses çıkarmamaya dikkat ettim. İçimdeki varlığa uzanarak kontrolü kaybetmeyecek şekilde ortaya çıkarmaya çalıştım. Her ne kadar o varlık çok güçlü olsa da zeki rakiplere karşı kontrolsüz güç, güç değildi. O yüzden, içimdeki varlığın gücüne aynı bir örümceğin ağına dokunuyormuş gibi yavaşça dokundum ve kendime doğru asıldım. Ruhsal görüşüm devreye girmişti ve Kramer'i buldum, tam tahmin ettiğim gibi alt katta bizimki bir şeyler karıştırıyordu. Duvara bir şeyler yazıyordu ama ne olduğunu çıkaramadım. İçeri girip girmeme konusunda tereddütlüydüm, içeri girersem beni bu şeyin ne kadar etkileyebileceği konusunda pek bir fikrim yoktu ama kendim yerine başka bir şey gönderebilirdim. Kapıyı ses çıkarmayacak bir şekilde açtım ve gıcırdamaya başladığı anda koşarak günah çıkarma bölümündeki sandalyelerden birini, kol kaslarımın asıl gücüyle sert bir şekilde Kramer’in üstüne fırlattım. Sandalyeyle birlikte bir sinek gibi duvara yapıştı ve yere düştü. Hıh, nedense komik geldi. Enteresandır ki bizim yaşlı adam hiçbir şey olmamış gibi hızlıca ayağa kalktı. Cidden enteresan!  Ve hızlıca bana doğru koştu, sağ yumruğunu kaldırarak eliyle yüzüme vurdu. Yumruğu maskemi kırmaya yetmişti ve kırıkları yanağıma battı. Sol elini kaldırarak alttan karnıma vuracağını gördüm ve ellerimi önüme çapraz şekilde kapayarak geri çekildim.  O sırada yanağıma batan maskemi köşeye doğru fırlattım, artık rahatsız etmeye başlamıştı.

“Bak sen, bu sabah benimle konuşan çocuk değil misin? Demek o küçük cadının arkadaşıydın.”

“Ah, küçük yanlış anlaşılmayı düzelteyim. Ben onun arkadaşı olmak için ona kırk beden fazla gelirim.”

Kılıcımı çekerek dizlerimi hafifçe kırdım ve boynuna doğru gergince kılıcımı salladım ama sanki altmış yaşında değil de yirmi yaşındaki gençmiş gibi hafifçe belini kırarak boynunu uzaklaştırdı ve hızlıca sağ ayağını döndürerek çeneme tekme attı, yere düştüm. Yerdeki kan birikintisini elime alarak rahibin gözüne fırlattım ve hızlıca ayağa kalkıp toparlandım, Dorian’a seslendim.

Dorian rahipte bir sıkıntı var, normalde herhangi bir silahla ve dua ile birlikte saldıracağını düşünmüştüm ama bu adam sanki fiziksel olarak eşitimmiş gibi benimle savaşıyor. Caleb’a ulaş ve durumu ilet. Yer altına açılan kapıdan içeri baktığımda duvara anlamadığım türde bir şeyler yazıp çiziyordu, orayı kontrol etsin.

Hemen iletirim, dedi Dorian.

O sırada yüzüme bir darbe aldım ve tekrar yere düştüm. “Demek yumruk yumruğa dövüş istiyorsun, öyle olsun.” dedim ve kılıcımı biraz öteye koyarak yukarıya zıpladım ve rahibe uçan bir tekme attım, toparlanmasına fırsat vermeden çene altından bir darbe indirdim. Daha bu pislik ana rahmine düşmeden önce etrafta kılıcımla cirit atıyordum,  bir şekilde gücüme denk olabilirsin ama deneyimsel olarak açık ara öndeydim. Sonra elimi boynuna hızlıca yönlendirerek tuttuğum gibi masanın köşesine doğru, omurilik soğanının zarar göreceği şekilde fırlattım. Biraz fazla sert fırlatmış olmalıyım ki çıtırdama sesleri geldi ve  fırsat bilip soluklandım, tam arkamı dönüp gidecekken rahip yeniden kıpırdandı.

 

 

CALEB

 

Dorian’dan aldığım haberle birlikte kilisenin arka tarafına koştum ve içeriye nasıl gireceğimi çözmeye çalışıyordum, kahretsin kutsal mekanlardan cidden nefret ediyordum! Biraz daha etrafta dolanırken hapishane bölümü dikkatimi çekti ve orada küçük bir kıpırtı gördüm, hızlıca oraya doğru yöneldim. Hızlıca küçük penceredeki parmaklıklara tutunarak kendimi yukarı çektim. İçeride Key’in yanında dolanan küçük sarışın vardı. Hiç vakit kaybetmeden “Hey velet hayatta kalmak istiyorsan beni içeri davet et.” dedim. Kız irkilmiş bir şekilde kafasını kaldırıp bana baktı, gözlerini hafifçe kırpıştırarak şaşkınlıkla “Hapishaneye girmek için izin mi istiyorsun?” dedi.

“Öyle değil aptal, kaybedecek vaktim yok. Sadece `içeri gir`de, yeter.”

“İçeri gir.” dedi.

“Sağ ol.” dedim, elimi demirlere sıkıca bastırarak kedime doğru çektim ve tüm demirleri bükerek arasından geçebileceğim bir vaziyete soktum. Caleb içeri girer, ah iyi ki de velet buradaymış, yoksa içeri giremezdim.  Hızlıca hapishanenin kapısı kırdım ve “Hadi velet, önemli bir görevde yardım ettiğin için seni buradan çıkarıyorum.” dedim ve kapıyı arkamdan açık bıraktım, vaktim olsaydı kesin öldürürdüm de neyse.

 

Hapishanenin küflü koridorundan geçerek merdivenlerden yukarı çıktım, sağa doğru dönerek Dorian’ın dediği bölüme gizlice yaklaştım, üst kattan bizim rahibin ve Key’in kavga sesleri duyuluyordu. Hiç çıt çıkarmadan rahibin semboller döşediği duvara baktım, gördüklerime inanamadım. Bu yazı, benim babalığın insanlara vahiyleri ilettiği zamanlarda kullanılan bir dildi. Bu adam bunu nasıl biliyordu? Ayrıca, bu duvardaki semboller melekleri bir yere kilitlemek için kullanılırdı, vaktinde Düşüş’ten sonra bazı melekler Tanrı’ya karşı hala kararsızdı ve onlardan korunmak için kullanılırdı. Yoksa içeride… Hızlıca sembolleri silerek duvara tüm gücümle ayağımla vurdum ve duvar içine göçtü. İçeri girdiğimde duvarlarda bir sürü sembol vardı ve tavandan sarkan zincirlerle elleri bağlanmış bir melek vardı. Kanatları hala yerindeydi, demek daha düşmemişti, teni kağıt kadar bembeyazdı ve yıllarca susuz kaldığından teni buruş buruştu, gözleri içine çökmüş vaziyetteydi. Belki de cidden ölmüştü, gerçi melekler ölüyor muydu bilmiyordum. Yanına yaklaşıp arkasına döndüğümde her şey açıklığa kavuş oldu. Meleğin iki kanadı arası oyulmuştu, orada özleri yatardı ve bu adam orayı yemişti.

 

DORIAN

 

Keeley evden çıkar çıkmaz odama yöneldim ve sandalyeme oturdum. Tüm bedenimi gevşettim, başımı yukarı kaldırarak rüyalar alemiyle bağlantı kurdum. Tüm kapılar önümde belirdi ve rastgele bir kapıyı seçtim. Bir odadaydım, bir kadın rüyasında eşiyle birlikte oturmuş ve onunla gülerek sohbet ediyordu. Hadi bu ortamı biraz bozalım. Yavaşça odadaki ışığı titreştirdim ve kapattım, kadının asıl bedeninin gerildiğini hissettim. Hafifçe odadaki havayı soğuttum sonra pencereler hafifçe gıcırdamaya ve duvarlarda hamam böcekleri dolaşıyormuş gibi hafif hafif kıpırdanma sesleri duyuldu. Kapıdan tırnağın tahtaya sürttüğünde çıkaran gıcırtılı ses duyuldu, kapının altından ise is renginde bir kara duman bulutu yükseldi ve kapkara kıyafetli, kara duvaklı bir kadın içeri girdi, her adım attığında köpek hırıldama sesleri yükselmeye başladı ama görünürde köpek falan yoktu. Hırıldama genizden gelen kuduz bir hırıltıya dönüştü. Kadın korkmuş gözlerle eşine baktığında eşi ortalarda görünmüyordu, onun yerine oturduğu yerde kara gözlü, kara saçlı bir çocuk gözlerini kocaman açmış ona bakıyordu. Dışarıdan at kişnemeleri gelmeye başladı ve kadın başını oraya çevirdi, korkudan ne yapacağını bilemeden arkasından yaklaşan hırıltılı sesler daha da yaklaştı. Kadın korkudan ileriye koştu, artık bir odada değildi, uzun ve karanlık bir koridorda ağlayarak koşuyordu ve ardındansa tazı gibi korkutucu kırmızı gözlü köpekler koşuyordu ve rüya alemi kayboldu. Kadın korkudan kalp krizi geçirip ölmüştü.

Kadının rüya kapısı kaybolmuştu, zaten insanlar ölünce artık bu alemle bağlantıları kalmazdı. Sıradaki kurbanıma yönelecekken Keeley’nin bana seslendiğini işittim, onu dinlediğimde duyduklarım oldukça ilgi çekici gelmişti ve Caleb’ın zihnine bağlanarak olanları ilettim.  Caleb’tan haberleri beklerken kimilerinin peşinden cehennem tazılarını koşturmaya devam ettirdim, kimilerinin peşine başsız süvarileri saldım. Rüyalar alemini cidden seviyordum, hayal gücü cidden sınırsızdı.

 

 

 

İkinci Bölüm Beşinci Kısım

 

 

Spoiler

O kadar kişinin zihnine girip çıkmak artık beni yavaş yavaş yormaya başlamıştı, zihnimin hafif hafif ağırlaştığını hissediyordum, bir ses bana sesleniyordu ama kim? D.. Dori… Dorian, cevap ver lanet olası!

Caleb? Ne oldu?

Ne mi oldu? Dediğin yere geldim ve burada bir melek var! Bizim kaçık rahip meleğin özünü yemiş!

Bu cümle birden zihnimi açmama neden oldu. Meleğin tüm özünü mü içine çekmiş?

Tüm özünü içine çekmek derken? Ben sadece babam zamanında bilinmesi gereken şeyleri biliyorum, özünün ne kadar kalıp kalmadığını bilmiyorum.

Kanatlarının arasındaki boşlukta hafif kristalimsi bir parlaklık var mı? Varsa hala daha yaşıyor demektir. Zincirleri çıkarıp oradan hemen uzaklaşırsanız meleğin kendisi rahibi cezalandırır.

O dediğin şeyden sanırım kalmamış.

Sanırım?

Kandan pek anlayamıyorum ve teni de gümüş gibi hafif beyaz grimsi o yüzden var mı yok mu anlayamıyorum.

Eğer öyle görünüyorsa yaratıcısına geri dönmüş demektir.

Hmm demek ölmüyorlar, e şimdi ne yapacağız?

Özünü içine alan birini öldürmek için etkisini geçene kadar oyalamanız lazım ama sizin o kadar dayanacak gücünüz kaldı mı? Bizim efendimiz de bir zamanlar onlardandı, zorlu rakip olacaktır.

Kilisenin içinde olduğum için sorun yok  ve Keeley’nin de durumu hala iyidir diye düşüyorum.

Hmm…

Hmm?

Biraz yorgunum. Rahibin işini hemen bitirmek istiyorsanız en iyi hamle vücudu parçalayıp bir yere hapsetmek olur, böylece bedenini iyileştirmeye çalışsa da temassızlıktan dolayı bedenini toparlayamaz. Özün etkisi geçince de ölür.

Plan iyi olsa da biraz zor duruyor.

Ben burada nasıl işimi yapıyorsam, sizden de aynısını bekliyorum.

Peki peki, bir şekilde halletmeye çalışırız.

 

Caleb’le konuştuktan sonra Keeley’e seslendim.

Keeley cevap vermene gerek yok, sadece söyleyeceklerimi dinle. Rahibin parçalara ayırın sonra ayrı ayrı bir yere hapsedin.

Bağlantıyı kopardım ve hafifçe kendimi dinlendirmeye başladım, dinlendikten sonra yeniden kaldığım yerden devam edecektim.

 

********

 

Rahiple hala kafa kafaya dövüşüyordum, lanet olası sürekli kaburgalarımı hedef alıyordu ve ben de onları yenilemekten sıkılmaya başlamıştım. Bu sefer yana doğru dönüp ileri adım atarak çeneme dirsek atmaya çalıştı, ben de karşılık olarak ellini tuttuğum anda rahip diğer eliyle aya kısmını güçlü bir şekilde kafama vurdu. O kadar sert vurmuştu ki çenem birbirine kenetlendi ve bir dişim kırıldı. Boynundan tuttum ve kafatası çatlayacak şekilde alnına kafa attım, tekrar yere yere yığıldı ve fırsat bilip kılıcıma doğru koşmaya başladım ve kılıcımı elime alıp döndüğümde bedenini tekrar ayağa kalkmış bir vaziyette gördüm. Kahretsin geç kalmıştım, ilk defa bir dövüşten hiç keyif almıyordum.

Arka tarafımdan bir kıpırtı duydum ve başımı çevirince yanıma doğru gelen orta boyutta bir sandık gördüm, atan Caleb’tı ve sırıtıyordu.

“Yardım ister misin?”

“Güzel olur, uzun süredir beraber dövüşmüyoruz zaten.”

Caleb’ın yarı kurt formuna dönüşünü görürken sol kulağıma darbe aldım, gözüm döndü ve dengemi kaybetmiştim, tam ikinci darbeyi yiyecekken Caleb pençelerinden birini rahibin koluna geçirdi ve ters çevirerek kolunu kırdı. Dizlerimden güç alarak kılıcımı kaldırdım ve kolunu kestim. Caleb, kolu alarak sandığın içine hapsetti ve kapağı indirdi. Kapak tekrar açılmıştı, rahibin kolu asıl bedene gitmek için yön alacakken Caleb tekrar kapağı kapatarak sandığı uzaklaştırmaya gitti, o sırada koluna doğru koşan rahibin sırtını kılıcımla kestim ve sırtına tekme atarak yere düşürdüm. O sırada yan tarafıma doğru yeniden bir sandık geldi, bunu gören rahip elime tekme attı ama kılıcımı düşürmemek için sıkıca tutup hafif aşağı eğerek rahibin bacağına kesik attım.  Caleb, rahibin arkasına atılarak boynunu ve tek kolunu hareket etmeyecek şekilde tuttu.

“Key, bacaklarını, kes hemen!” diye bağırdı.

Bacaklarını tam kesecekken, deli adam zıpladı ve yanlışlık Caleb’ın bacaklarına sapladım ve ikisi de yere çöktü.

“Sorun değil, bacaklarını kesemediysen kalan kolunu kes!”

Kılıcımın yönünü değiştirerek Caleb’ın kolunu rahibinkiyle birlikte kestim. Kolunu tuttuğum gibi sandığın içine koydum ve ters çevirdim ve yüzüme kan boşaldı. Kafamı çevirdiğimde Caleb, rahibin boynunu dişleriyle parçalamıştı ve ben de kalan bacaklarını kestim.

“Bacakları bana ver, kafayla birlikte aşağıdaki sandıklara koyacağım, sen de yanındaki sandığın içindekinin kaçmasına izin verme.”

Caleb aşağı inerken sandığı kucağıma aldım, kapağını açtım ve içinde hareket eden kola baktım. Ah yaşlı adam, bir gün için fazlasıyla sorun çıkardın.

Caleb yanıma geldi ve geldiğinde kolunun tekrar oluşmaya başladığını gördüm.

“Nasılsın Cal?”

“Gün doğmadan işi hallettiğimiz için mutluyum. Gel de şunları ya toprağın içine gömelim ya da nehre atalım ama çabuk halledip kardeşinin yanına gidelim. Çok yorgun olduğundan bahsediyordu.”

“Ah, Dorian bu sürece boyunca hiç aklıma gelmedi. O zaman işi sağlama almak için gömelim de yanına gidelim.”

 

Son insanı da hallettiğimde vücudum terden sırılsıklamdı ve bedenim de aynı doktorun hastaya morfin verdiğinde hissedilen uyuşukluk anı gibiydi. Yorgun halimle aşağıdan biraz sıcak su getirerek küvetin bulunduğu odaya suyu taşıyıp içine döktüm,  üzerimdeki kıyafetleri çıkardım ve suyun içine bedenimi soktum. Sıcak suyun rahatlığını iliklerime kadar hissettim sonra gözlerim kapandı.

Bir elin saçlarımı karıştırdığını hissettim ve gözlerimi hafifçe araladım.

“Küvette uyumak iyi değildir Ian.”

“Ölecek değilim ya Keeley.”

“Ama bu boğulmayacağın gerçeğini değiştirmez, acı çekmeden hoşlanmıyorsan bu kadar pervasız olma.”

“İstediğimden böyle değilim, sadece oldukça yorgunum.”

“Yıkanmana yardım edeyim mi?”

Esneyerek “Olur.” dedim.

Keeley, yandaki bakır maşrapayı alarak saçlarımı yıkamaya başladı.

“Dorian şimdi ne yapacaksınız?” dedi Caleb.

Kafamı kaldırdığımda Caleb’ın kanlı gömleğini değiştirirken gördüm ve bir kolu yoktu.

“Sen onu geç de koluna ne oldu?”

“Senin süper iyi kılıç ustası kardeşin kesti.”

“Ha?”

“Bilerek yaptım sanki, şartlar öyle gerektirdi, hem aldırmamamı söyleyen sen değil miydin?” dedi Keeley.

“İnsan keserken bir tereddüt eder ama sen der demez kestin.”

 Keeley yüzündeki kurt gibi sırıtmasıyla “Şansına küs, insan değilim sonuçta.” diyerek cevap verdi.

“Pislik, keserken oldukça keyif aldın değil mi?”

“Bana bir şey teklif edildiğinde genelde hayır demem, bilirsin.”

“Laf yetiştireceğine kardeşine bak, seninki yine gözlerini kapatmış uyuyor.”

“Dorian hadi ama! Üç yaşındaki çocuk değilsin, yardım edeceğim dediysem de her şeyinle ilgileneceğim demedim.”

Keeley her ne kadar dürtse de gözümü açmaya tenezzül etmedim ve kestirmeye devam ettim.

 

 

Kasabayı terk etmeden önce tüm hazırlıklarımızı yaptık ve çiftlik evini terk edecektik. Evden çıkmadan önce masanın üzerindeki gözlüklerimi taktım ve kapıya yöneldim, dışarıda Caleb ve Dorian oturmuş beni bekliyorlardı. Yanlarına giderek “Siz burada bekleyin, atımı alıp geliyorum.” dedim. Cevap vermelerini beklemeden Demirkazık’ın yanına gittim, atımın başını okşayarak onu içime soğurdum. Seyahat sırasında atımla yolculuk etmek çok zordu ama böylesi oldukça kullanışlıydı. Bizimkilerin yanına gittim ve onlar da ayağa kalkarak ormanda ilerlemeye başladık, bir süre sonra Dorian koluma dokundu, ne olduğunu sormak için başımı çevirdiğimde “Seninki burada.” dedi.

“Benimki mi? O da kimmiş?”

“Şu küçük kız, uçurumun kenarında.”

Dediği yere bakınca Veronica’yı gördüm, burada olmasını beklemiyordum, oldukça şaşırmıştım. Yanına doğru ilerledim.

“Hey ufaklık bakıyorum ayrılmamışsın, Dorian’ın anlattıklarına bakılırsa bizi görünce kaçmanı beklerdim.”

İlk başta nasıl cevap vereceğini bilemedi, o yüzden küçük bir sessizlik yaşandı ama sonra gözleri dolarak  “Ben de sizinle gelebilir miyim? Bu saatten sonra nereye giderim ne yaparım bilmiyorum. O an çok korkmuştum, o yüzden böyle bir tepki verdim.” dedi.

“Hımm… Üzgünüm Verie ama ayak bağına ihtiyacımız yok.”

“Ama…”

“Sözümü bitirmedim, bu kadar olayın üstüne cidden sinirimi bozmak istemezsin. Ayrıca artık bir cadısın, kendi ayakların üzerinde durmayı öğrenmelisin. Bu yüzden şu an yapacağım tamamıyla senin iyiliğin için, lütfen yanlış anlama.” diyerek Veronica’yı uçurumdan aşağı ittirdim ve düşerken ki çığlığı kulakları doldurdu.

“Veronica, her ne kadar inşaları sevsem de bir o kadar da sevmem. Gelecekte bir gün karşılaşırsak belki teklifini yeniden düşünürüm.”

Arkama dönerek beni bekleyenlere “Hadi gidelim beyler!” diye seslendim.

 

 

 

Üçüncü Bölüm Birinci Kısım

 

 

Spoiler

12XY Yılı, Yaz Gün Dönümü

 

Altın rengindeki başakların arasında buğdayları hasat eden çiftçileri izlerken danışmanımın dediklerine odaklanmaya çalışıyordum ama hava haziran ayı değil de ağustosmuş gibi çok sıcaktı, o yüzden fazla odaklanamıyordum, terden sırtıma yapışmış gömleğim de oldukça rahatsız ediciydi. Bugünkü toplanan ürün miktarını ve ihracat etmemiz gereken fiyatı şu an, şu durumda hiç konuşasım yoktu. Ailenin tek çocuğuydum, her ne kadar babam kadın olmamdan dolayı hoşnut olmasa da, o yüzden tüm işlerden ben sorumluydum. Yeniden sıcak havadan dolayı iç çektim ama bu seferki daha uzundu.

“Dimka, bugünlük burada bıraksak nasıl olur? Hava çok sıcak ve hiç kimseyi dinleyecek durumda değilim. Babam tüm işi bir günde bitirmemizi beklemiyor zaten.”

Kaşlarını havaya kaldırdı, “Dememiş olması erken bitirilmesini istemiyor anlamına gelmez.”

“Sadece bugünlük bırakalım, yarın hemen işi bitiririz. Hem sen de sıkılmışsındır bu havadan.”

“Sırf sıcakta iş yapmak istemiyorsunuz diye beni de bu duruma dahil etmeyin lütfen.” dedi.

“Lütfen Dimitri.”

Derin bir iç çekerek “Peki, yarın çok sıkı çalışacağız o zaman Rose.”

“Elbette, hadi eve gidelim.”

 

                                                                              

Eve ikindi vakti gelmiştik, ailemle karşılaşmamak için hızlıca merdivenleri çıktım, odama girecekken arkamı döndüm, Dimitri çoktan babama durumları bahsetmek için gitmiş olduğunu fark ettim.  Hafif bir hayal kırıklığıyla içeriye girdim, halbuki üzerimi değiştirdikten sonra onunla sohbet etmek istiyordum. Yatak odama girdikten sonra üzerimdeki mavi saten gömlek ve diz kapağı hizasındaki gri kloş eteğimi çıkardım. Aynaya baktığımda iş yoğunluğundan dolayı oldukça kilo vermiş olduğumu fark ettim, yorgunluktan yirmililerin ortasında değil de otuzlarındaki bir kadın gibi görünüyordum. İç çekerek yatağıma uzandım, bugün ne çok iç çekmiştim böyle ve yeniden iç çektim. Ayağa kalkıp üzerime temiz kıyafetler geçirmek için dolabın kapağını açtım, bu sefer beyaz bir gömlek ve çivit rengi kloş bir etek giydim. Genelde resmi işler yaptığım ya da babamla görüşeceğimde böyle giyinirdim, babamın odasına yöneldiğimde bazı konuşmalar kulağıma geldi. Babamın konuştuğu Dimitri değildi.

“Son zamanlarda çalışanlarınız düşük ücret konusunda tepki göstermeye başladı, bir şey yapmayı düşünüyor musunuz?”

“Ne yapayım? Kazandığım paranın yarısını onlara dağıtmamı mı istiyor? Sanki ürünlerden çok para geliyormuş gibi!”

Hımm demek bunu konuşuyorlar, son zamanlarda babamı rahatsız eden bir konuydu. Her zaman düşük ücretle işçi çalıştırırdı ve hiç sorun olmadı ama kaç haftadır bu düşük ücretler için bir tepki vardı. Babamın çalışma odasının kapısını tıklayarak içeri girdim. İçeride Dimitri ve babamın tahıl üretimi için atadığı yönetici temsilcisi vardı. Babam başını kaldırıp bir baktıktan sonra gözlerini devirerek temsilciyle konuşmaya devam etti, keşke bu davranışlarını herkes içinde yapmasa. Küçüklüğümden beri böyleydi, yaptığım hiçbir şeyden memnun değildi, bir kere olsun hayatımda şu adamı memnun edememiştim.

“Efendim, ücretleri biraz arttırmaya ne dersiniz? Hem böylece bu olay daha da büyüyüp taşkınlık haline gelmez.”

“Ücretleri arttırmak mı? Bugün ücretleri arttırırsam yarın da artırmamı istemeyeceklerini nereden biliyorsun? Bir kere taviz verirsen hep verirsin.”

“Baba, neden temsilciyi dinlemiyoruz? Küçük bir zamla halledebilecek bir durum.” diyerek konuşmalarının arasına girdim. Küçük bir sessizlik yaşandı, babam derin bir nefes aldı, sanırım yakında nefes almamdan bile sinirlenecekti.

“Sen ne anlarsın bu işlerden? Daha bugünün işini bile havanın sıcaklığını bahane edip yapamıyorsun, gelmiş üstüne lafımızı keserek saygısızlık ediyorsun.”

“Baba bu konuyla o konunun ne alakası var? Ailenin işlerini ben devralacağıma göre elbet söze girmeli ve fikrimi belirtmeliyim.”

Kaşlarını çok fena çatmıştı ve gerçekten çok kötü bakıyordu; herkesin içinde biraz sınırı aşmıştım, kabul ediyorum ama bu herkesin içinde beni küçük düşürebileceği anlamına gelmiyordu. İçim yavaş yavaş öfke ile doldu ve bende babama nefretle bakmaya başladım. O zamana kadar hiç sesi çıkmayan Dimitri “Rosemarie neden biraz dışarı çıkmıyoruz?  Böylece temsilci ve babanız rahatça tartışabilirler.” Neden bilmiyorum ama bu cümle beni sakinleştirmek yerine daha da tepemin atmasına neden olmuştu fakat ayağa kalkıp Dimitri ile odayı terk ettik ve evin dışına çıktım, peşimden Dimitri de geldi.

“Rose iyi misin? Odadan beri çok kötü bakıyorsun.”

“Bakışlarımın nesi varmış Dimka?” arada Dimitri’ye Dimka diye seslenirdim, bu evdeki güvenebileceğim tek kişiydi ve çok sevdiğim bir dostumdu, babam danışman olarak yaşıma yakın birini görevlendirmişti, sanırım bu hayatta benim için yaptığı tek iyi şey olsa gerekti çünkü yaşıtın ile konuşmak rahat oluyordu.

“Odada aynı babanı oracıkta öldürecekmiş gibi bakıyordun.”

“Hadi ama Dimka! Biri sana öyle dese sen de öyle bakardın, resmen benimle herkesin içinde alay etti.”

“Herkes mi? Odada yalnızca temsilci vardı, o da durumu babandan dolayı sorgulamayacağını biliyorsun.”

“Öyle mi dersin her şeyde haklı olan ve her şeyi bilen Dimka?”

“Ah Tanrı’m, yine iğnelemeye başladığına göre kafaya taktığım kadar kötü durumda değilsin ve etrafta kimse yokken Dimka dersen sevinirim.”

“Peki peki, sevgili ciddi danışman profilini bahçedeki çalışanların gözünde bile bozmaman lazım neticede.”

Dimitri sırıtarak kolumu hafifçe çimdiklemişti ve ben de sırıtarak hafifçe eline vurdum.

“Bu arada Dimitri, bu düşük ücretlerle çalışan işçileri anlatsana, her ne kadar çoğu aile işiyle ilgilensem de babam bu işle ilgilenmemi istemiyor.”

“Şikayetlerin bir hafta önce başlamış, benim fikrimce bu durum oldukça eskiye dayanıyor. Bu kadar yıldır hiç şikayette bulunmayan çalışanların bir anda şikayet etmeye başlayacağını sanmıyorum, biri ya da bir yerden bir şekilde etkilendikleri aşikar ama bu durum nasıl meydana geldiğini bilmiyorum.”

“Anladım, peki sen ne düşünüyorsun düşük ücret konusunda?”

“Her ne kadar siz gibi zengin bir aileye danışmanlık yapsam da orta sınıf bir ailenin çocuğuyum, bence benim fikrimi almamanız daha iyi olur.”

“Neden Dimitri? Dostum değil misin? Dostlar sözlerini sakınmaz ve sırf aksi görüş belirttin diye seni kovacak değilim, ben babamdan farklıyım.”

“Seni babanla bir tutmuyorum, zaten yeterince öfkeli birisin,  fikrimi de belirterek babana karşı seni tahrik etmek istemiyorum o kadar.”

Kaşlarımı hafifçe yukarı kaldırarak “Madem öyle, anlat gitsin. Babama karşı şu anki halimden daha da öfke duyacağımı sanmıyorum.”

“Peki o zaman, çalışanlarına köle muamelesi yapıp sırtlarında parazit gibi yaşayan iş verenlerden hoşlanmıyorum, o yüzden ücret konusunda işçilerle hem fikrim.”

“Bunu neden babama söylemiyorsun peki?”

“Söyleyemem çünkü tek bir kişinin söyleyeceği sözden bir şey olmaz, aksine işsiz kalmamı sağlar. Kolay kolay şu şartlarda iş bulabileceğimi de sanmıyorum, her ne kadar yaptıklarını taktir etmesem de benim de kendi yaşamımı geçindirmem lazım.”

Elimin tersini alnıma koydum ve batmakta olan kızıl turuncu topa gözlerimi diktim.

“Haklısın Dimitri, cidden haklısın. Her ne kadar bazı şeyler meydana gelmesini istemesek de duruma mecbur bırakılıyoruz.”

 

 

***********

 

Burnumdan çıplak ve kirli ayaklarıma kan damlıyordu, daha da etrafa kan bulaştırmamak için burnumu çektim ve kirli kıyafetime sildim. Babam, bugün yine körkütük sarhoştu ve yeni bir şişe bulamadığında etrafa saldıran bir tipti, annemin babamı neden terk ettiği belliydi ve keşke beni de yanında götürseydi fakat benim gibi on iki yaşında bir çocuğu alması ona büyük ihtimal sorun açardı. Çok anlamasam da eskisi kadar iş bulması kolay değildi ve annem gibi sadece okumasını bilen bir kadının yapacağı işler de sınırlıydı. Annemin nedenlerini anlayabiliyordum ama yine de yanına beni de almasını isterdim. Acıdan dolayı düşüncelere dalmışken kocaman bir el yeniden saçlarımın diplerine kadar tutup çekmişti, canım çok yanmıştı ve hafifçe ağlamaklı bir şekilde hıçkırdım. Hıçkırığım babamı daha da çok sinirlendirmişti ve daha şiddetli bir şekilde vurmuştu.

“Çocuk, paranın geri kalanı nerede? Bugünkü getirdiğin içki şişelerinin sayısı azdı. Harcadın değil mi lanet olası? Baban burada zor durumlar yaşarken sen gittin parayı çarçur ettin?” bir anda ellerini çekti ve başına doğru götürdü ve kafasının tutarken hırıltılı bir şekilde nefes aldı. Aşırı alkolden dolayı teninin feri gitmişti ve gözlerinin altı kıpkırmızıydı, ayakta bile zor duruyordu ve leş gibi kokuyordu. Her gün Tanrı’ya ölmesi için dua ediyordum ama bir türlü ölmüyordu.

“Baba çalıştığım çiftçilik işlerinden en fazla bu kadar geliyor, yemin ederim para harcamadım hepsini almamı istediklerini aldım!”

“O zaman şişeler neden eksik!?”

“Sadece normalden daha pahalılar, doğruyu söylüyorum baba.”

Aldığım cevaba sinirlenerek yeniden yanağıma vurdu, dişlerim yanağımın içini kesti ve ağzımı metalik bir tat doldurdu.

“Bir dahakine daha ucuzlarından al o zaman.” diyerek bağırdı.

Bu adam cidden iflah olmazdı, çalıştığım tarlanın sahibi zaten düşük maaşla çalıştırıyordu, üstüne yaşım daha çocuk diye normalde verdiğinin daha düşüğünü veriyordu. Yaşama karşı yeniden öfkeyle doldum ve odama doğru gittim. Dolaptan eski bir bez parçası çıkardım ve ortadan ikiye ayırdım, masa üzerinden sürahiyi aldım, bezi ıslatarak yaralarımı temizledim. Aynanın karşısına geçip kendime baktım, içim nefretle doldu. Karşımdaki beni kabullenmek dahi istemiyordum, aynanın her karşısına geçişimde benden bir parçanın kayboluşunu görmek dahi istemiyordum, yavaş yavaş dünkü çocuktan geriye bir şey kalmadığını göstermesinden de nefret ediyordum.

 

 

**********

 

Sabah olmuştu ve tarlaya gitmek için hazırlanıyordum. Gömleğimi ve pantolonumu giymiştim, pantolon askılarımı da kemer kısmına geçirerek gömleğimin kollarından geçirdim, şapkamı da alarak tarladaki hasata katılmak için yola koyuldum. Oraya vardığımda yine dünkü kadın tarlanın başında yanındaki adamla bir şeyler konuşuyordu, giydiği kıyafetlerden buranın sahibi olduğu oldukça belliydi.  Ciddi giyimli bir kadın olsa da kahverengi, hafif dalgalı saçları ve oval yüzüyle ona oldukça çocuksu bir hava katıyordu.

“Hey, çocuk oyalanma ve işinin başına geç!” arkamdan başımızda duran adam bana seslenmişti. Hiç vakit kaybetmeden orağı alarak buğday saplarını kesmeye başladım. Üzerimde babamdan yediğim dayakların ağrısı vardı ve her gün hasat yapmaktan ellerimin içi su toplamıştı ve orağı kullanırken oldukça da canımı yakıyordu.  Yanımda bir ıslık sesi yükseldi, bu iki hafta önce aramıza katılan bir çalışandı, hasat yaparken ıslık çalıp zevk alan tek kişi de oydu. Hasat yapmanın neyi bu kadar eğlenceliydi cidden merak ediyordum. Zorunda kalmasaydım, bu işi yapmazdım bile.  Koyu kumral saçlı, mavi gözlü hoş görünümlü bir adamdı ve gözünün altında ben vardı, hayatımda gördüğüm en hoş yüzlü bir adamdı.  Orağını her savurduğunda ayrı bir ritim, buğdayları her toplandığında farklı bir ritim tutuyordu, ilginç biriydi. Biraz önce bana bakan adamın gözlerini bana diktiğini gördüm ve hemen orağımı savurarak buğdayları kesmeye koyuldum.

“Hey, Dimitri baksana!”

“Ne oldu?”

“Tarlanın içinde bir çocuk mu var, yoksa ben mi yanlış görüyorum?”

Kafasını ileriye doğru çevirdi ve gözlerini hafif kıstı, “Cidden, bir çocuğun burada ne işi var?”

“Çocuk işçiye sahip olduğumuzu bilmiyordum.”

“Baban her ne kadar ücretler konusunda pinti olsa da bu durumdan haberdar olduğunu sanmıyorum.”

“Gel de görevliye soralım.”

Dimitri ile birlikte tarladaki görevlinin yanına yaklaştım ve elimle yanıma gelmesini işaret ettim. Kırklı yaşlarında, hafif şişman bir adamın hızıyla elinden geldiğince hızlı yürüyerek yanımıza geldi.

“Hanımefendi, bir sorun mu vardı?”

“ Evet, var. Ne zamandan beri işe çocukları alır olduk?”

Adam dediğime çok şaşırmıştı, sanırım böyle bit şey sormamı beklemiyordu. Bir süre nasıl cevap vereceğini düşünüyormuş gibi görünerek en sonunda cevap verdi.

“Çocuk aile durumunun çok kötü olduğunu ve çalışması gerektiğini söyledi. Başta izin vermemiştim ama o kadar ısrar etti ki en sonunda izin verdim. Büyük bir oranda borçları varmış ve ailesine destek çıkmak istiyormuş.”

Görevlinin cevabına üzülmüştüm, ülkenin yavaş yavaş dışa bağımlı olmasından dolayı yaşam pahalılaşmıştı ve bazı ailenleler bu duruma düşebiliyordu.

“Çocuğu çağırsana.”

Görevli çocuğun yanına giderek kafasıyla beni işaret etti, çocuk biraz bekledikten sonra yanıma gelmeye başladı, yanıma gelmek istemiyor demek. Bir süre daha yaklaştıktan sonra yüzündeki morlukları ve şişlikleri fark ettim, şok olmuştum. Yanıma geldiğinde yüzümdeki ifadeyi gördü ve bakışlarını kaçırdı.

“Çocuk, adın ne senin?”

“Adım Nix.”

“Nix, duyduklarıma göre ailenin borcu olduğu için çalışmaya katılmışsın. Senin gibi çocukların çalışmasını doğru bulmuyorum, yanlış da anlamazsan ailenin borcunu ödemek isterim. Ailenin borcu ne kadar Nix?”

“Imm… Şey…”

“Çekinme lütfen, burada sana yardımcı olmak istiyorum ve borcunuzu kapatabileceğimden emin olabilirsin.”

“Hanımefendi, o yerine çalışmaya devam etsem olmaz mı?”

“Neden? Yaşıtlarınla oyun oynamak varken, neden burada vakit kaybedesin ki?”

“Şey… Ailemde sadece babam var ve o da çalışamayacak durumda. Düzenli bir gelirim olmazsa yine borca gireriz.”

“Hımm… Demek öyle. Yani ne dersem kabul etmeyeceksin?”

“Kabalık olarak algılamazsanız, burada çalışmama izin vermeseniz bile başka yerde yeniden çalışmaya başlayabilirim.”

Gülümseyerek “Bak sen şuna. O zaman ücreti arttırayım, buna ne dersin?”

Bunu söylememle Dimitri ve görevli şok olmuştu, tabii küçük çocuk da. Evet, babama sormadan kafama göre bu durumlara atlamamam gerekirdi ama bir çocuğa yardım etmeme de kızmazdı. Sanırım…

“Bu derece şok olmanıza gerek yok. Sanki küfretmişim gibi bakıyorsunuz.”

Bu durumda şaka yapmam Dimitri’yi daha da şoka soktu ve başını yana sallayarak iç çekti.

“Küçük adam bu sefer teklifimi kabul edersin herhalde?”

Çocuk o içten gülümsemelerinden birini vermişti, başta cansız bakan kehribar rengi gözleri şimdi capcanlı bakıyordu. “Tabii hanımefendi.” dedi.

Elimi başına uzatarak çocuğun kestane kızılı saçlarını karıştırdım, yanında ayrılırken biraz ileride menekşe renginde gözleri olan bir adamın beni izlediğini gördüm ve  bana doğru gülümsedi. Biraz rahatsız olmuştum ama ben de karşılık olarak gülümsedim. Yanımda duran Dimitri’nin kulağına yaklaşarak sessizce “Biraz ilerimizdeki adamı daha önce hiç görmedim, o da mı çocuk gibi yeni?”

“O adam iki hafta önce çalışanlarımıza katıldı ve çocuk kadar yeni mi değil mi bilmiyorum, hatta çocuğun aramızda ne kadar süredir çalıştığını da bilmiyorum.”

“Anladım ama nedense yeni gelen adamın tüyler ürpertici bir havası var.”

Sanki dediğimi duymuş gibi kafasını hafifçe eğdi, şapkasını tutarak kolu ağzını hafif örtmüştü ama sırıttığını görmüştüm. “Hey Dimitri, o adam bize biraz önce sırıttı mı yoksa?”

Dimitri kafasını kaldırarak “Bence sana öyle geldi, hem bu mesafeden dediklerimizi nasıl duysun ki? O yüzden biraz önce kulağıma eğilip fısıldaman da ürkütücüydü. Bir garipsin bugün.”

Bize sırtını çevirmiş adamın arkasına biraz daha baktıktan sonra “Madem öyle diyorsun. Ayrıca çocuk sanırım şiddet görüyor.” dedim.

“Hem olabilir hem olmayabilir, günümüzün çocukları çok hırçın kavga edebiliyor.”

“Haklısın Dimka.”

 

Sabahın sıcak ışıkları pencereden gözlerime vurdu, güneş ışığıyla uyanmayı her zaman sevmiştim. Kıyafetlerimi giyerken kapı tıklatıldı ve içeriye bir hizmetçi geldi.

“Günaydın Rosemarie Hanım, babanız sizi hemen odanızda görmek istiyor.”

Sabahın bu saatinde beni görmek istiyorsa cidden kötü bir şey olmuştu, o yüzden kafamla onay vererek “Tamam geliyorum.” dedim. Hızlıca giyindikten sonra babamın çalışma odasına doğru yöneldim ve kapıyı tıklatarak içeri girdim. İçeri girmez olsaydım keşke, resmen beni oracıkta boğmak istiyormuş gibi bakıyordu.

”Baba, bir sorun mu var? Beni çağırmışsın.”

“Senin varlığından daha büyük bir sorun ne olabilir ki? Dört gün önce bir çalışana ücretinde zam yapmışsın, hem de bana sormadan. Bunu düşündüğünde cidden aklın neredeydi merak ediyorum.”

 Tepkisine oldukça sinirlenmiştim, derin bir nefes alarak “Çalışan bir çocuktu ve ailesinin borçlarını kapatmak istiyordu. O yüzden yardım ettim, bir çocuğa yardım etmek seni bu kadar sinirlendirmemesi lazım.”

“Yıllardır yanımda kalarak hala durumu idare etmesini öğrenememişsin anlaşılan! Ailenin başına geçecek sen olmasan seninle bu kadar bile ilgilenmezdim. Sence bir çocuğun ücretini arttırınca diğerleri de bu durumu istemeyecek mi sanıyorsun? Ah siz kadınlar neden olaylara bu kadar sığ ve duygusal bakarsınız!”

Ah Tanrı’m, bizim sinir bozucu ihtiyar yine bana kadın nefretini kusuyordu. Sürekli yaptığım her işte ‘Kadın olduğun için böyle oldu.’ ya da ‘Erkek olsaydın bu kadar aptalca seçimler yapmazdın.’ demekten asla sıkılmayacaktı. İçimde öfkenin kıvılcımlarını hissetmeye başlamıştım, artık kendimi tutamıyordum, bu salak adamın sözlerin küçüklüğümden beri duymak beni yıpratmış ve bıktırmıştı. Yaptığım doğru şeyler olsa benim sayemde der ama ne zaman hata yapsam hep senin şu akılsız kadın aklın derdi. Cidden en sonunda beni delirtti.

“Ah yeter artık, ben çocukken annem senden daha zengin biri için terk ettiğinde sana çok üzülmüştüm ama yanılmışım. Artık, senin şu salak çenene katlanamadığı için gitmiş olduğunu düşünüyorum!”

Babamın o an cidden damarına basmıştım ve bana tokat atmıştı. Yanağıma kızgın bir demir basmışlar gibi yanmaya başladı sonra ise uyuşukluk hissettirdi.

“Defol odadan, sinirim geçene kadar da yanıma gelme!”

Odasını terk ettim ve odama gittiğimde öfke krizine girerek her şeyi yere fırlatarak bazı eşyaların kırılmasına neden oldum ama umurumda bile değildi. Oldukça öfke doluydum, yılardır içimde biriken tüm nefreti odaya kustum.

 

**********

 

Hanımefendinin teklifinden dolayı babamın bana uyguladığı şiddetin azalacağını sanmıştım ama yanılmıştım. Şimdi eve gelen paranın daha artmasıyla daha çok içki istiyordu. Artık en düşük fiyata satılan şişeleri satın alıyordum, bundan sonra daha da fazla isterse ne yapacağımı bilmiyordum. Evde babamla aynı ortamda kalmaktan bunalmıştım, o yüzden evden dışarı çıkmaya karar verdim, tam çıkacakken babam “Hey Nix, git yeni şişeleri al, bunlar bitti!” diye arkamdan seslendi, iç çekerek şehir merkezine doğru yol aldım.

 

Şehir merkezine gelmiştim ve bir banka oturarak kaldırımdaki gümüş rengindeki güvercin sürüsünü izlemeye başladım. Güvercinleri izlemek her zaman bir rahatlatmıştı, kanatlarını açıp özgürce isteği yerlere gidebilmelerini kıskanmıyor değildim. Biraz daha oturduktan sonra bulunduğum sokağın arkasında kalan, sürekli olarak babamın içkilerini aldığım markete doğru, caddeye doğru yürümeye başladım, biraz ilerledikten sonra arkamdan yaşlı bir kadın seslendi.

“Hey genç! Buraya gelsene.”

Kafamı çevirdim ve kadının yanına gittim. “Efendim bayan, bir şey mi istemiştiniz?”

Yaşlı kadın elini içeriye doğru uzatarak “İçeri gelsene sen, biraz konuşalım.” Biraz şüphelenmiştim ama yine de içeriye doğru girdim. Kadın biraz çekinerek konuşmaya başladı.

“Çocuğum geçenlerde gözüme elinde şişelerle çarpmıştın ve ondan sonraki günlerde de hep öyleydi. Normalde yetişkin bir birey olsan duruma karışmak istemezdim ama çocuk olduğun için durumuna göz yummaya içim el vermedi. Evde her şey yolunda mı?”

Dediği şeyden dolayı oldukça şaşırmıştım, bunu demesini beklemiyordum. “Evet bayan, her şey yolunda.” dedim.

“Çocuğum çekinmeden söyle, eğer cidden yardım edebileceğim bir şey varsa ederim.”

Kadının tavırları çok anaç gelmişti, nedense hep daha fazlasını arzulayacağım bir sıcaklık yayıyordu etrafa. İstemeden de olsa “Babam alkolik ve kazandığım tüm parayla bunları alıyorum.” diyerek ağlamaya başladım. Kadın yavaşça saçlarımı okşayarak bana sarıldı ve tepkiyle ağlayışlarım hıçkırığa dönüştü, ağlamalarım durmuyordu. Bir süre sonra hıçkırıklarım kesilmiş ve sakinleşmiştim. Biraz utanarak kadının kollarından sıyrıldım. Kadın yaptığım harekete otuz iki diş sırıtarak tepki gösterdi, gülümsemesi tüm kırışıklıklarını ortaya çıkarmıştı.

“Küçük adam istersen sana alkol kadar pahalı olmayan ama onun kadar babanı memnun edecek bir şey verebilirim ama bunu kimseye söyleme.”

Bu dediği oldukça ilgimi çekmişti, “Nedir bayan? Söz kimseye söylemem.” dedim.

“Kimseye söylememen konusunda sana güveniyorum o zaman.” dedi ve ben de yanıt olarak kafamı sallamıştım. Kadın, marketinin içindeki kasa tarafına yönelerek eğildi ve çekmeceyi açarken çıkarılan sesi duydum. Elini biraz karıştırdıktan sonra beyaz bir sarılmış bir şey ortaya çıkardı.

“Bu şey son zamanlarda bulunmuş tıbbi bir ilaç oldukça etkin bir ağrı kesici olsa da bağımlılık yapıcı etkisi de var ama asla baban fazla dozda kullanmasın. Sizi ekonomik olarak da rahatlatacaktır hem.” dedi ve kağıdı açtı, içine uzun bir şırınga vardı ve yanında da kapsüller vardı. İlginç gelmişti.

“Adı ne bunun bayan?”

“Adı Tanrı Morpheus’tan geldiği için morfin ve Morpheus’un anlamı da uyku demek ama bunu sana verdiğim kesinlikle aramızda sır olarak kalıyor tamam mı?”

“Tabii bayan.” dedim ve morfinin parasını ödeyerek eve gittim. İçeriye adım atmamla odadan gelen ayak seslerini duymam bir oldu.

“E hani şişeler? Sana dışarı çıkarken git biraz al demedim mi?”

“Onun yerine çok iyi olan bir şey aldım ve artık daha fazla istediğin için de ucuz içkilere bile paramız yetmiyordu, bu yüzden de bir kadın başka bir şey tavsiye etti.” diyerek elimdeki beyaz kağıdı babama uzattım. Babam kağıdı ilgiyle açarak içindeki şırıngaya anlam veremeyerek baktı.

“Bu da ne?”

“Yeni bir ilaç, sarhoş edici bir etkisi varmış ve oldukça da ucuz ama üzerinde yazılı dozları geçecek şekilde kullanmamalıymışsın.” dedim. Babam odaya doğru giderek yere oturdu ve şırıngayı alarak morfini şırınganın içine doğru çekti, kağıttaki lastiği alarak da kolunu sıktı ve şırıngayı koluna sapladı. Elindeki şırıngayı yere koyduğunda hafifçe eli titredi ve hafifçe inleyerek babamın bedeni yere doğru düştü. Şok olmuştum, ne olmuştu böyle? Babam ölmüş müydü yoksa? Kadın bana bunun ağrı kesici olduğunu söylemişti, ne zamandan beri ağrı kesiciler böyle etki yapıyor? Paniğe kapılarak babamı dürtmeye başladım, birkaç dürtmeden sonra tepki verdi ve yüzünde gevşek bir sırıtma vardı. Rahatlamıştım, her ne kadar rezil herifin teki olsa da bir şekilde ölmesinden korkmuştum. Rahatlayarak odama çekildim ve kendimi yatağa atarak uyudum. Sabah olmuştu ve bugün pazartesi olmasına rağmen iş başı değildi, çoğu ekinler iki hafta boyunca aralıksız hasat edildiğinden dolayı üç gün boyunca dinlenme izni verilmişti. Uyanıp odaya gittiğimde babamın hala dünkü gibi gevşemiş bir vaziyette duruyordu ve kafamı yanına çevirince aldığım morfinin büyük bölümü bitmiş olduğunu görmüştüm, şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyordum. Sinirle evden dışarı çıktım ve akşam olana kadar eve de dönmedim.

 

Akşam eve geldiğimde babamın durumunu kontrol ettim, bu sefer ayıktı. “Neredeydin bu saate kadar Nix?” dedi.

“Sıkılmıştım ve biraz dışarıda dolandım.”

“Yarın şu morfini aldığın kadından yenisini al, bunlar bitmek üzere.”

“Baba, kadın bana orada sana o yazılan dozda kullanırsan bir hafta yeteceğini söylemişti.”

“Kadının yazdığı dozdan bana ne, üç saate bir kullanınca oldukça azaldı hem çok susadım. Nedense bunu kullanınca oldukça susuyorum.” dedi ve su içmek için sürahiden bardağa su döktü. Öfkeyle odayı terk ettim, Tanrı’m adama ne getirirsem getireyim asla fayda etmiyordu.

Yarın da morfini aldıktan sonra sonraki günde aynısını istedi. Morfin her ne kadar ucuz olsa da bu şekilde kullanımla eninde sonunda para da suyunu çekmişti, artık canıma tak etmişti. Bu evde biraz daha kalırsam öfke krizine girerek çığlık atacaktım, babam morfini ilk kullandığında yere düştüğü zamanı hatırladım da keşke o gün ölseymiş. İçimde amansız bir öfke vardı, öfkeden ellerimi saçlarıma götürdüğümü ve hafifçe yolduğumu fark ettim. İçeriye doğru yürüdüğümde babamı lastiği yeniden koluna bağlarken gördüm. Zaten öfkeliydim ve bunu görünce gözlerimi nefret bürümüştü, nedense öfkeden nereye gittiğimi bile bilmiyordum, gözlerimde öfkeden yıldızlar uçuşuyordu ve dişlerimi canımı acıtacak derece sertçe sıkıyordum. Çekmeceyi açtım ve elime soğuk gri renk te bir şey aldım, o kadar nefret doluydum ki ne olduğunu bile anlamadım. Odaya geri döndüğümde babam morfini vücuduna encekte etmişti, şu durumda bile tek görebildiğim babamdı. Onun dışında ne bir şeyi algılayabiliyor ne de görebiliyordum. Yanına kadar gittikten sonra sırtının arkasına geçtim, fazla morfinden dolayı kafasını uçmuş vaziyetteydi, elimi boğazına götürdüm ve kendime doğru çektim. Etrafı bir anda kırmızı görmeye başlamıştım ve gözlerimi ovalamak için elimi götürdüğümde sıcak, ıslak ve yapışkan bir şey elime bulaştı, kafamı eğip baktığımda ilk başta anlayamamıştım ama diğer elimde de baktığımda biraz önce aldığım şeyin bıçak olduğunu fark edince ne yaptığımı anladım. Bir anda gülme krizine girmiştim, nedense kötü hiçbir şey hissetmiyordum. Aksine ruhum huzur bulmuş gibiydi.

“Baba, umarım Tanrı’n Morpheus’tur ve morfine ihtiyacın kalmaz. Bir daha uyanmaman dileği ile.”  

 

 

Üçüncü Bölüm İkinci Kısım

 

 

Spoiler

Babamla tartışmamızın üzerinden iki gün geçmişti, bu iki gün boyunca da beni işlerden muaf tutmuştu ve bugün de işe gitmeyecektim, o yüzden şehir içinde biraz gezmek istiyordum. Dolaptan kumaşı alev çiçeği desenli, açık gümüş tonlarında bir elbise giydim, beyaz şapkamı da kafama geçirdikten sonra şeritlerini çene altımda bağladım, hava her ne kadar sıcak olsa da şemsiye taşımayı sevmiyordum, o yüzden yanıma almadım. Odamı terk ederek kapı girişine yöneldim, Dimitri’nin üzerinde hoş koyu lacivert bir takım elbise vardı ama takım elbiselerine her zaman fötr bir şapka eşlik ederken, bugün yoktu. Yanına giderek başımla selam verdim ve koluna girdim, bugün bana eşlik edecek kavalye kendisiydi. Dışarıda bizi bekleyen faytoncu bizi görünce kendini toparladı ve faytonun içine geçince atları sürmeye başladı.

 Dimitri gülümseyerek “Bugün daha iyi misin Rose?” dedi.

“Kolay kolay gezecek vakit bulamıyordum, o yüzden, evet iyiyim.”

“O manada demedim, olanlardan sonra iyi misin?”

“Babamdan bahsetmek istemediğim halde neden bu konuyu açarsın ki?” diyerek hayıflandım.

“Ruhsal olarak iyi misin merak ediyorum, o yüzden soruyorum. Yoksa ben de niye konuşma konusunu yaşlı bir adamdan başlayayım ki?”

Bu beni gülümsetmişti, “İlk güne kıyasla daha iyiyim ama hala içimde katıksız bir nefret var. Neden bilmiyorum, babamın ismini bile duymak çıldırmama yetiyor ve artıyor.”

“Madem öyle, bugün ondan bahsettiğimiz son gün olsun. Çarşı da ne yapacaksın?”

“Bilmem ki, ne yapsam acaba? Buzlu çay içmeye ne dersin? Hem hoş manzaralı bir yere gidersek de fena olmaz.”

Alaylı sesiyle “Peki öyle olsun, kıyafet vb. şeyler almak istersin diye düşünmüştüm ama buzlu çay da fena değildir. Çok fazla işte çalışarak kadınsı tarafını kaybetmeye başladın galiba, bu beni üzer.” dedi.

Her ne kadar bu cümleyi bana takılmak için söylese de beni sinirlendirmişti, hatta önceleri bu cümleye karşılık ben de onunla alay ederdim, eskisi kadar bu cümleleri anlayışla karşılayamadığımı fark ettim ama bozuntuya vermeden gülümsedim. 

“Öyle mi dersin Dimka? Hem çarşıya geldik, hadi beni güzel bir yere götür.” dedim. Kafamı faytondan çıkarınca etrafımdaki iki ya da üç katlı binaları gördüm ve ileride taş bloklardan oluşan duvarları ve sivri tepesiyle küçük bir kilise vardı, genelde çoğu ülkenin şehir merkezinde oldukça çarpıcı görünüşlü olurdu, özellikle Ortodoks kiliseleri ama buranınki oldukça sadeydi. Solumuzdaysa tam aradığımız bir kafe vardı, cam kenarından meydan ortasındaki havuz görülebiliyordu ve içerisinde ördekler yüzerken havuzun etrafın güvercinler birikmişti. İzlemesi oldukça keyifli duruyordu.

“Dimka, hadi gel havuzun yanındaki kafeye gidelim.”

Dimka kafasını kaldırarak dediğim yöne çevirdi, yüz ifadesinden onun da ilgisini çektiği belliydi.

“Tamam gidelim, benim de oldukça ilgimi çekti.”

 

İçeriye girdiğimizde oldukça hoş bir manzara bizi karşıladı. Genel olarak beyaz ve grinin tonları hakimdi ve masalar da sade görümlüydü ama duvarın kolon ve kirişlerine tutturulan sarmaşık ve masaları süsleyen birbirinden farklı çiçeklerle rahatlatıcı hoş bir havası vardı. Cam kenarı boş bir masa gördük ve yerleştik, yanımıza çalışan geldiğinde de buzlu çaylarımızın siparişini verdik. Her ne kadar böyle bir ortamda iş konusundan bahsetmek istemesem de dayanamadım.

“Dimitri, babamla şu ücret konusunda hiç konuştun mu?”

Dimitri de sorduğum sorudan dolayı yüzünde hafif bir hayal kırıklığı yerleşmişti ama hemen toparladı.

“Biliyorsun ki baban benimle bu durumla konuşmaz ama işçilerin konuşmalarına kulak misafiri olmuşluğum var.”

“Yaa demek öyle. Anlatsana peki.”

“Çok da önemli bir şey değil, haklarının yenmesinin Tanrı tarafından mazur görülemeyeceğini ve bu uğurda yapılan her şeyin O tarafından affedileceğini söylüyordu. Kutsal kitapta da böyle bir içeriğin bir pasajda yer aldığını ve günah çıkarmaya gittiğinde rahip tarafından söylenmiş.”

“Rahip mi? Rahipler ne zamandan beri böyle konuşur olmuş. Nerenin rahibiymiş bu?”

“Bilmem, belki tarlanın ilerisindeki manastırda olabilir ya şehir kilisesinin rahibi. Günah çıkarmaya ya da ayinlere katılan biri değilim.”

“Hımm, madem gitmiyorsun neden buradaki kilisede bana eşlik etmiyorsun? Hem senin için de bir yenilik olur. Söylediğim şeylere karşı kaşlarını hafifçe kaldırdı ve “Şey… Bilemiyorum. Kiliseye girmek her zaman beni tuhaf hissettirmiştir.”

“Hadi ama Dimka, sadece günah çıkarıp geleceğiz.”

“Peki.” . Tam o sırada Dimitri gözlerini kıstı ve neye bu kadar tepki verdiğini görmek için hafifçe başımı arkaya çevirdim. Başta koyu mavi renkli ve beyaz çizgili takım elbise giymiş bir adam gördüm ama başımı yüzüne çevirince cidden şaşırmıştım. Bu tarlada bana sırıtmış adamdı, her ne kadar Dimitri hayal gördüğümü söylese de emindim, sırıtmıştı. Giyiminden hiç de tarlada çalışan bir işçi gibi durmuyordu, aksine oldukça varlıklı görünüyordu. Askılıkların yanına giderek şapkasını aldı ve kafasına geçirdi ve çıkmadan bize gülümseyerek “İyi günler.” dedi ve sesinde alaycı bir hava vardı.

“Aman Tanrı’m, böyle bir adamın bizim işçilerin arasında ne işi var?” diyerek hayretle Dimitri’ye söylendim.

“Ah… Cidden çok enteresandı, bazen siz zengin sınıfını hiç anlamıyorum. Çok garip şeyler yapabiliyorsunuz.”

“Hey! O sınıfın içinde ben de varım.”

“Pardon, sadece çok şaşırdım. Kiliseye gitmeyecek miydik? Gel de gidelim, yeterince kafede kaldık zaten. “

Başımla onay verdim, kafeden ayrıldık ve kiliseye gittik.

 

İçeri girdiğimde içi de dışı gibi oldukça sade bir ortam bizi karşıladı ve ileri saflarda bir adam oturuyordu, yanına gittiğimizde biraz önceki adam olduğunu fark ettim. O da kafasını kaldırıp bana baktığında beni beklemiyormuş gibi göründü.

“Merhaba, bayan. Ne tesadüftür ki burada da karşılaştık.”

Cevap vermesini beklemiyordum, son iki seferde yaptığı gibi sırıtarak başını çevirir sanmıştım.

“Evet ne tesadüf, sormamda bir sakınca yoksa hiç Vermilion Malikanesinde işçi olarak bulundunuz mu?”

“Elbette bulunurum, ne de olsa işimin bir parçası?”

“Ama giyiminizden bu işe ihtiyacınız yok gibi duruyor.”

“Ah yanlış anlamışsın, kesinlikle ihtiyacım yok ama kilisenin gönüllülerindenim ve bu tarz işlerde ücretsiz olarak başkalarına yardım etmeyi seviyorum.”

Ah demek öyleydi, bir gönüllü. Çalışanlar arasında bir gönüllü olacağı aklıma gelmezdi.

“Yardımlarınız için teşekkürler efendim. Adınız nedir?”

“Dorian Morgenstern, sizin bayan?”

“Rosemarie Vermillion, memnun oldum.” diyerek elimi uzattım ve elimi sıktığında teni garip bir şekilde soğuktu. Bozuntuya vermeden elimi geri çektim.

“Affedersiniz Bay Morgenstern, günah çıkarmam gerek.” dedim ve hafifçe eğilerek rahibin yanına gittim.

 

Hımm, elimi sıkar sıkmaz kaçtı demek. Pek yapacak bir şeyim yoktu ve gün boyu Keeley’in vaaz çalışmalarından da oldukça bunalmıştım ve yanımdaki genç adama biraz bulaşmak istedim.

“Adının nedir bayım, sizi sürekli Bayan Vermilion’ın yanında görüyorum, iyi anlaşıyor olsanız gerek.”

Gözlerini hafifçe yukarı kaldırarak bana tepeden baktı, zaten sırada oturuyordum ve o da ayakta olunca bir mesafe varken aramızda, bu durum mesafeyi daha da etkili kıldı. Kibirli biriydi, doğru sözlerle kibirli kişileri ezmek kolay olurdu.

“Adım Dimitri, danışmanım.”

“Sizde mi günah çıkartacaksınız?”

“Hayır, ben kiliselere gelmem.”

“Şu günlerde okumuş gençleri bir inançsızlık burhanı sarmış anlaşılan.”

Sırıtarak “Siz sanki çok yaşlıymışsınız gibi konuştunuz Bay Morgenstern.” dedi.

Hafifçe kıkırdadım, konuşması zevkli biriydi “O kadar yaşlıyım ki aklın bile almaz, genç.”

Bakışları düşüncelerini yansıtıyordu, dediğim şeyden dolayı sanırım beni biraz kaçık bulmuştu.

“Dimitri, şaka yapıyorum elbet! Bu ciddi tepki de ne böyle? Bay demezsem sorun olur mu? Yaşlarımız yakın duruyor ve sen de bana Dorian diyebilirsin.”

Hafif bir tebessümle “Dorian çok garip birisin.” dedi.

“Bunu bana herkes söyler Dimitri. E, Dimitri neden kiliselere gelmiyorsun? Ben oldukça inançlı biri olduğum için sana yardımcı olmak isterim.”

“İnançsız değilim, sadece kiliselere gittiğimde kendimi rahatsız hissediyorum.”

“Neden? Sorunun ne bana anlatabilirsin, hem rahip olmadığım için de seni yargılamam. Beni sadece bir dost gibi düşün, hem ileride karşılaşacağımız bile belli değil. Böyle kişilere istediğini anlatabilirsin.”

Biraz tereddüt etti, daha sonra az çok tahmin ettiğim şeyleri söyledi ama biri beni oldukça şaşırtmıştı.

“Rose’un saçmalıklarından cidden bıktım artık, sürekli olarak yapamadığı şeyleri dinlemekten ve sürekli babasıyla olan kavgalarını bahsetmesinden bıktım. Kendisini arkadaş olarak gerçekten seviyorum fakat sürekli olarak aynı meseleler yüzünden kafa ütülemesinden bunaldım. Bazen babasını haklı buluyorum, lakin arkadaş olduğumuz aklıma gelince de biraz kötü hissediyorum ancak kendisinden nefret etmeme alıkoyamıyorum.” o kadar hızlı konuşmuştu ki biraz nefes aldı ve devam etti.

“Ayrıca…”

“Ayrıca?”

“Ayrıca şu son zamanlardaki ücretlendirme mevzusu var.”

“Evet biliyorum, her ne kadar gönüllü olarak çalışsam da işçilerden durumu duydum.”

“Demek sizin bile kulağınıza geldi. O konu umurumda bile değil ama hem Rose’un yanında ona haklıymış gibi davranmak ama aynı zamanda babasına da destek çıkmak artık beni yormaya başladı. Her ne kadar işçilerin durumunu anlasam da içimden yardım dahi etmek gelmiyor.”

“Yani bu kadar zaman boyunca rahibe bunları açıklamaya korktuğun için gelmedin?”

“Evet, o yüzden. Rahiple her defasında konuştuğumda günahlarımı açığa çıkarmak beni kötü hissettiriyor.”

“Sana bir şey söyleyeyim mi Dimitri?”

“Nedir?”

Hafifçe kulağına dudaklarımı yaklaştırdım. “Sen hayatımda gördüğüm en iyi ikiyüzlü insanlardan birisin. Yüzde yüz bahse girerim ki bu yalandan suçluluk duygusunu bile başkalarının gözünde iyi bir insan gibi görünmek istiyorsun. Çünkü seni ne kadar iyi bir insan olarak görürlerse seni o kadar severler. Sanırım böyle yaparak o tatlı egonu okşatıyorsun. Zavallı Rosemarie.” Diyerek gülümsedim ve ayağa kalktım. İlk başta bana tepeden bakarken şimdi ben ona tepeden bakıyordum. Yüzündeki şok olmuş ifade paha biçilmezdi. “Rose’a selamlarımı ilet Dimitri. Ayrıca ne zaman istersen konuşuruz.” dedim ve kıkırdayarak oradan uzaklaştım.

 

Günah çıkarmak için rahip ile kişi arasına koyulan perdenin yanına geçtim. Biraz anlatacaklarımdan dolayı rahatsızdım. Şahsen sürekli babamdan bahsetmek beni yormaya başlamıştı ama konuşmaya bir yerden başlamalıydım.

“Merhaba rahip, nasılsınız?”

“İyiyim çocuğum. Önemli olan siz genç neslin iyi olması. Sıkıntıların neler, seni buraya ne getirdi?”

Bu nasıl bir konuşmaydı böyle? Ve sesi de bir acayip geliyor ama bir şekilde de tanıdık ama yine de tüm olayları anlattım ve asıl soruna geldim.

“Sevgili rahip, şu aralar içinde amansız bir öfke var, en küçük şeyden bile hemen etrafa bağırıyorum ve ağzıma almak istemeyeceğim kırıcı sözleri başkalarına söylüyorum. Neden böyle bilmiyorum.”

“Öfkelenmende bir sorun göremiyorum kızım.”

“Ne? Ama Tanrı öfkeyi sevmez.”

“Kim demiş? Herkes kafasına göre kitabı yorumluyor. Tanrı öfkeyi sevmiyorsa neden biricik sevdiği çocuğunu öfke yüzünden cennetinden kovdu? Öfke bazen gereklidir. Durumuna bakılırsa da babana dediğin o tüm sözleri kendisi hak etmiş. Sana tavsiyem kendini bir daha ezdirme.”

“Rahip ne saçmalıyorsunuz siz öyle?”

“Saçmalamak? Rahipler ne zamandan beri saçmalar oldu. Her kilisenin kendine özgü bir öğretisi vardı ve bizim öğretimiz de o sözde ‘kötü duyguları’ düzgün bir şekilde diğer duygularla kullanmak. Madem bu duygular bu kadar kötü, neden sahibiz o zaman? Hem sen kendin demedin mi karşılık vermediğinde de babanın senin üzerine daha çok geldiğini. Bırak da bu öfkeyi kullan, bağışlanacak bir günah göremiyorum.”

Rahibin dediklerinden oldukça şaşırmıştım, bu kilisenin öğretilerini bilmesem bile bu konuşma sayesinde oldukça tuhaf olduğu anlaşılıyordu. Rahibe veda ederek Dimitri’nin yanına geri döndüm, oldukça rengi solmuş ve tuhaf görünüyor.

“İyi misin Dimitri?” diye seslendim.

İrkilerek başını kaldırdı. “Evet, iyiyim. Hadi buradan gidelim.”

“Tamam.”

 

*******

 

Babamın cesedinin üzerinden beş gün geçmişti, hala boğazını kestiğim yerde uzun uzadıya yatıyordu, sıcak havadan dolayı da çabuk kokmaya başlamıştı ama ne yapacağımı bilmiyordum. Bedenini evden nasıl çıkaracağımdan bile emin değildim, çıkarmaya kalksam gören olurdu. Bu vakte kadar ceset kokusunun almamaları ise evi çöp götürmesiydi, o yüzden komşulardan hiçbiri evimizin yakınına dahi gelmezdi. Hızlıca işe gitmek için hazırlandım, artık babam da olmadığıma göre para konunda dert yanmama gerek kalmayacaktı. Bunca yıldır babamın kahrını çektikten sonra bu durum oldukça garip geliyordu. Giyindikten sonra yola düştüm, çalışma yeri yürüyüş olarak bir saat kadar uzaklıktaydı, yürümeye alışıktım ama sıcakta yürümek cidden can sıkıcıydı.

Çiftliğe gelmiştim ve çalışanların yanına gittim, yine şehirdeki rahibin vaazları ağızlarındaydı, verdiği vaazlar da oldukça garipti. Ayrıca, iki hafta önce yeni katılan eleman burada yokken bile buradaki çalışanların hep gittiği bir barda bir ay önce yanlarında bu adam vardı ve işin en sinir bozucu yanı yine ağzındaki o ıslık. Cidden çok gevşek biriydi. Adamın etrafına diğer insanlar toplanmıştı ve yine her zamanki konuşmasına başlayacaktı. ‘Biz köle değiliz ama iş verene bu şekilde izin verdikçe resmiyette olmasa bile ruhen köle olarak kalacağımızı’ söylüyordu. Bu adam keşke avukat falan olsaymış, burada cidden harcanıyor. Bu yaşlı kesimi bu güzel sözlerle nasıl şevke getireceğini biliyordu ama benim umurumda bile değildi, sanırım o dediği ‘ruhu köle’ olanlardandım. Para geldiği sürece düşük ve yüksek olmasını umursamazdım, önemli olan kazanmaktı. Yetişkinleri bu yönden hiç anlamıyordum.  Elimi orağımı aldım ve dışarı çıktım, tüm buğday saplarını yolmaya başladım. Bir süre sonra arkamdan o sinir bozucu ıslık sesi gelmeye başladı, cidden bir rahat ver.

Yanıma eğilerek o da buğday saplarını kesmeye başladı. “Selam bücür, nasılsın?” dedi.

Cevap vermedim, cevap verirsem sakız gibi bana yapışacağına dair bir his vardı içimde.

“Aaa, demek o bahsedilen dönemden geçiyorsun. Cevap vermemene şaşamamalı.” diye sırıttı.

“Bahsedilen dönem mi?”

“Ergenlik. İçeride seni gördüğümden beri yüzün aşırı somurtuk.”

Cevap vermedim, o da yanımdan ıslık çalarak uzaklaştı ve diğer kesilmeyen alana gitti.  Sapları keserken babamın yüzü akıma gelip duruyordu, bu da benim saplara daha hırçın bir şekilde orak saplamama neden oluyordu. En sonuncusuna babamın boğazını kestiğim zamanki hareketin aynısını yaptım, biraz fazla sert yapmış olmalıyım ki bazı kişilerin gözlerini üzerimde hissettim. Aklımı sakin tutmaya çalışsam da bedenim söz dinlemiyordu, babamın yüzü yeniden gözlerimin önüne gelmişti ve deminden beri aşırı terliyordum. Midem bulandı ve kendimi tutamayarak elimdeki orağı fırlattığım gibi çeşmenin yanına koştum ve kustum ama hiçbir şey çıkmadı, sadece ağzıma safra tadı geldi o kadar. Görevli durumumu fark etmişti ve yanıma geldi.

“İyi misin evlat? Yüzün hayalet görmüş gibi.”

Adamın benzetmesi bile berbattı, bu kendimi daha da kötü hissetmeme neden oldu.

“İyiyim efendim, sanırım biraz üşütmüşüm.”

“İstersen bugün dinlen, eğer bu şekilde sorun çıkarmaya devam edersen bize ayak bağından başka bir şey olmazsın.”

“Gerçekten sorun yok.” dedim.

“Bence eve git bücür, o kadar kötü duruyorsun ki bunu aynaya bakarak kendin de anlayabilirsin.” dedi biraz önceki adam.  Sinirle ona baktım ve görevli de “Dorian haklı, eve git çocuk. Yarın yine devam edersin. Zaten işin bitmesine üç gün kaldı.”.

Dediklerine boyun eğerek eve gitmek için arkamı döndüm ama tam gidecekken, biraz önce adını öğrendiğim, Dorian geldi.

“Bücür, seni eve bırakma mı ister misin? Yolda bayılmanı istemem.”

Bunu der demez panik oldum, beni eve bırakması isteyeceğim en son şeydi.

“Hayır lütfen, cidden gerek yok. Kendim gidebilirim.”

“Hımm, madem ısrar ediyorsun. Yarın görüşürüz o zaman bücür ama yarından sonra sakın işe gelme olur mu?”  

“Neden ki?”

“Gelme işte.” diyerek sırıttı ve arkasına döndü. Garip biriydi, cidden garip biriydi.

 

*******

 

Babamın gıcık tavırları sonunda son bulmuştu ve bugün işe gidecektim ama son zamanlarda Dimitri oldukça tuhaf davranıyordu, sanki benden kaçıyormuş gibiydi. Normalde beni hep kapı çıkışında beklerdi ama bugün yoktu. O yüzden işçilerin yanına tek başıma gidecektim, zaten iş saatinin bitimine az kalmıştı ama o kadar günden sonra durumlarını merak ediyordum. Yanlarına gittiğimde, tahmin ettiğimden biraz daha işlerini erken bitirmişlerdi ve otuz kadar adam hepsi bir araya gelmiş daha geçenlerde tanıştığım Dorian’ın etrafında toplanmışlardı. Yanlarına yaklaştığımda hepsi birden sustu, o sırada Dorian “Millet, bu kadar gerilmenize gerek yok, aslında burada bizi en iyi anlayabilecek kişi o. Hatta biraz sonra gideceğimiz vaaza da davet etmeyi düşünüyordum kendisini.” herkes dediği şeyden dolayı şok olmuştu fakat neden bu kadar şok olduklarını anlayamamıştım.

“Ne vaazı, Dorian?” diye sordum.

“Geçenlerde günah çıkarmaya gittiğin rahip bugün bizlere vaaz verecek ve seni de değişiklik olur diye çağırmak istemiştim. Tabii yapacak işlerin varsa gelmeyebilirsin.”

“Evet gelmek isterim, gün boyu oturmak sıkıcı olabiliyor.”

Dediğim cevap hoşuna gitmişçesine gülümsedi, cidden hoş bir adamdı, gülümsemek ona yakışıyordu.

 

 

Kiliseye geldiğimde, orta sıralardan birine geçip oturdum ve yanıma da Dorian oturdu. Herkes yerini almış rahibi bekliyordu, rahip içeri girdiğinde şok oldum. Karşımda sanki ikinci bir Dorian vardı ama gözlüklü hali. Dorian yanımda gülmeye başladı.

“Kendisi ikizim olur, ben her ne kadar gönüllü olarak kiliseye hizmet versem de kardeşim kendini direkt olarak Tanrı yoluna kendini adamayı seçti.” dedi ve tam o sırada arkamdan bir boğuk aksırık sesi geldi, daha doğrusu birisi gülmek ister ama duyulmamasını istediğinde çıkan bir sesti. Arkamı döndüğümde sarı saçlı ve kehribar gözlü genç bir adamla göz göze geldim ve bana doğru el salladı.

“Kendisi arkadaşım Caleb, lütfen kaba tavrına aldırma. Zaten her zaman garip bir mizah anlayışı olmuştur.” dedi. O sırada Caleb gülümseyerek sıraya yaslandı ve çenesiyle ileriye doğru işaret verdi, kafamı tekrar çevirdiğimde Dorian’ın kardeşi vaaz vermeye başlayacağını anlamıştım.

“Sevgili Tanrı’nın kulları buraya geldiğiniz için çok teşekkür ederim. Öncelikle Tanrı hepinizi bahçesine alsın. Üzülerek söylüyorum ki insanlığın kötü bir zamanındayız, insanların birbirine gösterdiği haksızlık aldı başını gidiyor ve ya gücünü ya da sahip olduğu konumunu kullanarak haklı tarafı baskılamaya çalışıyor. Yüce Tanrı’mız insanların arasına girmeyeceğini söylediğinden beri haklı taraf ezilen taraf olmuştur ve O biz acı çekiyorsak güç kullanmamızdan yana olmuştur ama kimi güçlü makamlar ayaklanma korkusundan bu yazılanları kontrol edebildikleri rahipleri yanlarına alarak insanların yanlış yönlendirilmesine neden oldu. Asıl öğretide, eğer haklıysak haksıza istediğimizi yapabileceğimizi yazıyor…” diyerek devam etti, nedense dedikleri saçma geliyordu ama garip bir şekilde dediklerini yapmak istiyordum. Anlattıklarını dinlerken hep babamın yüzü zihnimde canlandı. Bir garip olmuştum. Biraz daha dinledikten sonra vaaz bitmişti, biraz kendimi yorgun hissediyorum.

“Rosemarie, daha gün yeni başlıyorken bu ne yorgunluk? Üstelik vaazdan sonra seni bir partiye davet edecektim.”

Bu cidden ilginçti, vaazdan sonra parti. “Nasıl bir parti?”

“Her zamanki tantana, parti aslında bahane, sadece seninle dans etmek istemiştim.” dedi.

Yeni tanıştığı kişilere karşı oldukça yakın davranan biriydi ve teklifinde de oldukça samimi duruyordu.

“Peki neden olmasın. Parti nerede?”

“Bana eşlik et ve nerede olduğunu öğren.” dedi. Elimi koluna geçirerek ona eşlik ettim.

 

Hoş bir mekana gelmiştik ve içerisinde ahşabın tonları vardı. Bir masaya yerleştik, normalde erkeler oturmama yardım ederdi ama Dorian yapmamıştı.

“Anladığım kadarıyla sana sandalye çekmediğim için biraz bozuldun.”

“Ne? Hayır. Sadece garip geldi.”

“Kendine güvenen kadınlara sandalye çekmem. Hatta onlara zorunda kalmadıkça da kibarlık yapmam Rose, yaratılışımda yok diyebilirim. Bu arada Rose demem sorun değildir umarım.” dedi.

Söyledikleri biraz tuhaf gelmişti, “Tuhaf, daha geçenlerde bana kibar davranmıştın ve Rose olarak da seslenebilirsin.”

“Dediğim gibi kendine güvenen biri olduğunu hissettiğim anda kibarlığı bırakırım. Diğer türlü oldukça yorucu oluyor.”

“Ne zaman kendime güvenen biri olduğumu anladın da bana kibar davranmayı bıraktığın o zaman?” dedim ve gülümsedim.

“Kilisede kardeşimi dinlerken o takındığın yüz ifadesinden dolayı.”

“Nesi varmış yüzümün?”

“Yüzünde tüm dünyaları dize getirecek bir bakış vardı ama sadece uyanmayı bekliyor.”

İster istemez kıkırdadım “Uyanmak mı? O nasıl olacakmış?”

“Yakında göreceksin.” dedi ve elini uzatarak teklifte bulundu. Elini tuttum ve orta alana doğru yürüdük ve ayaklarımızı müziğin ritmine uydurduk.

“Dans etmekte oldukça iyisin Dorian, hatta beni bile yanında amatör bırakıyorsun.”

Dorian gülümsedi “Eh, yetenekli olduğum bir alan. Bu arada Dimitri nasıl?”

Dimitri’yi sorması beni şaşırtmıştı. “Neden Dimitri’yi soruyorsun?”

Gülümseyerek “Sen günah çıkarmaya gittiğinde onunla küçük bir sohbetimiz olmuştu ve oldukça sıkıntılı bir durumdaydı. Onunla konuşarak bana içini dökmesini sağlamıştım, o yüzden şu anki halini merak ediyorum.”

Demek bu kadar canının sıkkın olmasının nedeni buydu. “Dimitri’yle ne konuştun da bu kadar gün boyunca canı sıkkın geziyor?”

Gülümsedi ve dudaklarını kulağıma değdi. Söyledikleri hiç hoşuma gitmemişti, hatta başımdan aşağı kaynar su dökülmüş hissetmiştim. Ellerini Dorian’ın omzundan çektim ve olduğum yerde bir süre sabit durdum ve “Yalan söylüyorsun.” diye fısıldadım.

Bu zamana kadar hep güleç takılan Dorian’ın yüzüne ciddiyet gelmişti. Bu zamana kadar görmediğim bir ciddiyet.

“Ben asla yalan söylemem Rose, yaratılışım öyle olmamı gerektirse bile.” dedi.

“Sen sürekli ne saçmalayıp duruyorsun deminden beri!” diye bağırdım. Ah kontrolümü kaybediyordum, yine gözümü öfke bürümüştü.

“Rose, şu anki bakışlarını asla unutma. Seni seçme nedenim bu bakışlar, bunları kaybedersen işimize yaramazsın.” dedi.

“Seni aptal, sen kimsin benim işe yarayıp yaramayacağımı sorguluyorsun.”

“Şu an durumu bilmediğin için böyle diyorsun, içindeki bu nefret kıvılcımının biraz büyümesi lazım o kadar. Onun için de hazırlıklar tamamlandı, o zaman bunu neden yaptığımızı anlarsın.” dedi ve beni orada bırakarak kapıdan çıkıp gitti.

 

*******

 

Rose’la konuştuktan sonra kardeşimin yanına gittim, kilisede sıraların birine ayağını uzatmış ve sırtını duvara vererek yaslamış bir şekilde şarkı mırıldanıyordu.

“Keeley, ne yapıyorsun sen böyle? Ya içeriye girenlerden biri seni böyle görse ne olacak?”

Esneyerek “’Rahibiniz vaaz vermekten çok yoruldu, hadi gidin evinizde uyuyun.’ derim. İşçilerin bir aydır yanıma gelmesi ve onları sürekli olarak duruma karşı kışkırtmam ne kadar zordu biliyor musun? Bırak da az uyuyayım.”

İç çektim, cidden sağduyulu olma konusunda iflah olmazdı. “Caleb nerede?”

“O da sıkıldı, az heyecan olsun diye işçilerin yanına gitti, sanırım onları biraz daha şevklendirecek. Klasik Caleb, sıkıldığında yerinde duramıyor.” dedi ve ikinci kez esnedi.

Gözlerimi devirdim, “Sanki sen Caleb’tan farklısın da. Keeley gitmeni istediğim bir yer var, küçük bir çocuk kendisi ama şu aralar bir garip davranıyor. Evine gidip bakmanı istiyorum.”

“Ah Ian hadi ama. Sana burada uykum var diyorum fakat sen gelmiş ne diyorsun. Bırak beni lütfen.”

“Sadece bakıp geleceksin Key. Nazlanma artık, şurada buradaki işimizin bitmesine ne kaldı? Ne kadar uyuşuk davranırsan o kadar geç gideriz, Anladın?”

İç çekerek “Tamam.” dedi ve kiliseyi terk etti.

 

Ömrümde bir küçük çocukları kontrol etmediğim kalmıştı, o da oldu. Dorian’ın dediği ev oldukça kenar mahalledeydi, o yüzden bu bunaltıcı havada yürümek oldukça sıkıcıydı ama en azından hava geceydi, bir meltem esintisi varla yok arasındaydı fakat hiç yoktan iyiydi. Çocuğun evine yaklaşmıştım ve pencerelerden çok sönük bir ışık geliyordu, bu derece sönük bir ışıkta oturmaktan hiç mi rahatsız olmuyordu acaba. Evin kapısına geldiğimde leş bir koku beni karşıladı, neydi bu böyle çöp mü? Kapıyı sertçe açtım ve içeriden koşma sesleri geldi. Kızıl saçlı ve yeşil gözlü bir oğlan çıktı karşıma, zayıflıktan da kemikleri çıkmış vaziyetteydi. Çocuk gözlerini şaşkınlık içinde açmıştı ve kapıyı kapatmaya çalıştı ama elimle tuttum, zaten güçlü bir insan da olsa girmeme engel olamazdı.

“Hey ufaklık, kapıyı ne diye yüzüme kapatıyorsun? Abim seni merak ettiği için buradayım, biraz kibar olsana.” dedim ve kapıyı iterek içeri girdim ve biraz ilerlediğimde kaşlarımı yukarı kaldırmaktan edemedim. Vay be! Arkama döndüğümde çocuk korkudan ne yapacağını şaşmıştı ve sanırım onu ihbar edeceğimi sanıyordu. Şahsen böyle durumlarla pek ilgilenmezdim ama çocuğun tavırları nedense beni kötü hissettirmişti.

“Ufaklık sen iyi misin? Nasıl oldu tüm bu olanlar?” dedim ama cevap vermedi. “Gerçekleri anlatırsan seni ihbar etmem ufaklık, o yüzden rahat ol.”

“Rahip değil misin? Neden ihbar etmeyecekmişsin?”

Rahip? Ah… Buraya gelirken üstümü çıkarmamıştım, ne rezillik ama koca yolu ben böyle mi gelmiştim? Kafamı bir yerlere vurmak istiyorum.

“Sen bana olayları anlat, ben de sana bir sır vereyim ufaklık, ne dersin? Hem de buna eşit değerde olacak bir sır.” dedim. Yine de cevap vermedi, günümüzün çocukları çok inatçı cidden! İnanması için asıl gözlerimi ortaya çıkardım, hem gözlerimin akı hem de irisim kırmızı olmuştu. Çocuk inleyerek yutkunmuştu, en azından kaçmadı, bu da bir gelişme.

“Eee, anlatacak mısın? Yoksa üzerine mi saldırayım, hımm?”

“Ben… Ben yaptım.”

“E orası belli zaten. Neden yaptın onu soruyorum?”

“Alkolikti.”

“Ah, anladım. Sen de dayanamadın öldürdün yani. Eh doğru seçim, ben de olsam senin gibi yapardım.”

Dediklerimden oldukça şok olmuştu. Çocuğun bakışlarına bakınca kendimi rahatsız hissettim, bir şekilde aklıma Veronica gelmişti.

“Cesetten kurtulmana yardım edeyim çocuk.” dedim ve dışarıya atımı çıkardım. Demirkazık görkemli bir attı ve küçücük odayı doldurmuştu.

“Hadi gel dışarı çıkalım ufaklık.” dedim, o sırada Demirkazık’a şaşkın şaşkın baktı. Atım başkaları kendisine bakarken rahatça yemek yiyemiyordu, o yüzden rahatça yiyebilmesi için çocuğun kolundan sürükleyerek dışarı çıkardım.

 

Dışarı çıktığımızda çocuğu zorla da olsa konuşturdum ve babası cidden bir işe yaramazdı. Hafifçe kolumu dürttü, “Ne oldu ufaklı ve ayrıca adın ne? Sana sürekli ufaklık demekten sıkıldım.”

“Nesin sen? Adım da Nix.”

“Aklının dahi alamayacağı bir varlığım Nix. Hem Nix ne garip bir isim, bir şeyin kısaltılmışı falan mı?”

Çocuk hafifçe kızardı. Doğru bilmiştim.

“İsmim çok kullanılan isim değil ve kulağa tuhaf geliyor, o yüzden kısaltılmış halini kullanıyorum.”

“Tam hali ne peki? Merak etme alay etmem. Benim efendimin de oldukça modası geçmiş bir adı var.” dedim ve güldüm.

“Phoenix, adımın tam hali bu ve köle olduğunu bilmiyordum. Köleler rahip olabiliyor mu?”

Demek adı Phoenix, “Ah öyle değil… Aslında öyle de denebilir ama tam olarak değil. Bizde biraz işler karışık.”

“O nasıl bir cevap öyle? Öyle misin, değil misin?”

“Şu anlık öyleyim ama geleceği bilemeyiz değil mi?”

“Haklısın ve ayrıca, kişiliğine göre bazen oldukça bilgili konuşuyorsun, beni şaşırttı.”

Nedense bu dediği sinirime dokunmuştu. Kendime Keeley, bu sadece çocuk, gülümse geç oğlum dedim ve çocuğa asabım bozulmuş bir şekilde gülümsedim.

“Seni yerden bitme, insan büyüğüne böyle mi der?” bu konularda sakin kalmak hiç bana göre değil cidden.

“Kimmiş yerden bitme?!”

“Sen tabii, başka kim olacak?”

Bunu dememle koluma vurdu ve yüzünde bir gülümseme vardı. Ah cidden çocuklarla anlaşma konusunda tam bir uzman olduğumu biliyordum.

“Nix, benimle gelmek ister misin?”

Dediğime oldukça şaşırmıştı. “Seninle nereye geleyim?”

“Bu çocuk halinle kendine bakman imkansız, yanında bir yetişkin olursa daha rahat edersin. Ne dersin?”

“Bilmem ki.”

“Çekinmene gerek yok, önce yanımızda kalırsın. Baktın olmuyor evine geri dönersin, evin hep burada olacak ne de olsa.”

“Madem öyle, en azından denemek isterim.”

Islık çalarak içeriden atımı çağırdım, içerideki tüm yemeğini bitirmiş olması gerekti. İçeriden çıktığında atımı tekrar içime soğurdum ve Nix’e elime uzattım. Elimi tuttuğunda evin yolunu tuttuk. Evin yolunu yürürken Veronica’ya yaptığından dolayı biraz pişman hissetmiştim.

 

*******

 

Sabah olmuştu ve geceden beri uyuyamamıştım. Hem bugün olacaklar hem de Keeley’in yanında getirdiği Nix, çocuk demek fazladan sorumluluk demekti, o yüzden tüm sorumluluğu Keeley’e vermiştim. Zaten çocuk da bana bir şekilde gıcıktı, ne yaptım da bu kadar gıcık oldu anlamadım ama acelem vardı, düşüncelere dalamazdım. Hızlıca toparlanıp çiftliğe gittim, herkes ellerinde oraklarla beni bekliyordu. Her ne kadar malikane sahibinin korumaları olsa da otuz küsur adamı kolay kolay durduramazlardı. Çiftliğin ahır kısmına girdim ve içeriden sandalye alarak geride kalan buğdayların arasına koydum ve oturdum. Rose’un zihnine girdim, insanların uyanık ya da uyanık olmaması benim için önemli değildi, sadece uyurlarken rahat girsem de Rose’un şu anki yaşanacakları görmesi lazımdı. Rose’un zihnine adımı fısıldadım, şaşkınlığını fırsat bilerek bedenine girdim ve bedenini malikaneden dışarı çıkartarak yanıma getirdim ve zihninden çıktım. İlk başta ne olduğunu anlayamamıştı, karşısında beni görünce de küçük dilini yutmuş gibi konuşamaz olmuştu.

“Hoş geldin Rose, son konuşmamızdan sonra yanıma gelmeni teklif etsem de gelmez gibiydin. O yüzden yanıma seni zorla da olsa getirdim.”

“N-Nasıl?”

“Nasıl olduğunu boş ver. Sadece çıkacak gösteriyi izle, lütfen içeriden sandalye çeker misin? Ayakta izlemek yorucu olabilir.”

Hala daha şaşkın şaşkın bakındı. İç çektim ve içeriden bir sandalye aldım ve diğer sandalyenin yanına koydum. “Otur Rose.” dedim ama oturmayınca zorla oturttum ve en sonunda kıpırdanarak bir tepki vermişti, kendisine zorla bir şey yapılmasından hoşlanmıyordu anlaşılan.

“Rose umarım gördüklerinden sonra kaçıp gitmezsin, önceden birinde denedim ve meydana gelen durumlar hiç hoş değildi.”

Kafasını kaldırarak bana baktı, “Buraya beni nasıl getirdin?”

Şaşırmıştım, seçtiğim kadının bu kadar ortama uyum sağlayamayan biri olacağını düşünmemiştim, “Kafan biraz geriden geliyor galiba. Küçük bir hokus pokusla seni buraya getirdim, benim için yapması oldukça kolay ama bunları sonra konuşuruz.” dedim ve her duruma karşı hafif bir zihin kontrolümü vücudunda bırakarak kaçmasını engelledim.

Sırada bekleyen işçilerin yanlarına giderek şeytanın tüm güzel fısıltılarını zihinlerine fısıldadım ve hepsi eşitlik kelimesi sayesindeydi. Tüm kalabalık bir anda malikaneye yürüdü, çıkan gürültüden dolayı malikanenin korumaları kapıya geldi ve ilk kan bir işçi tarafından döküldü. Her yer kaosa büründü ve ıslık çalarak başakların arasından geçtim, elimi cebime uzatarak içinden kibrit kutusunu çıkardım ve bir başak tanesinin üstüne attım. Havanın sıcaklığı ve başağın kuruluğuyla hemen alev aldı. Islık çalmaya devam ederek Rose’un yanındaki sandalyeye gittim, yanına oturdum ve manzarayı izlemeye koyuldum. İnsanların birbirini yok etmesi ve aynı zamanda yanan başakların sıcaklığı bana geldiğim yeri hatırlatmıştı. Özgürlük mü eşitliği doğurdu, yoksa eşitlik mi özgürlüğü bilmem ama şu anki durumu onlara borçlu olduğum bir gerçekti. Tüm bu olanlar bittiğinde geriye kaosun getirdiği yıkım kalmıştı. Kafamı yana çevirdiğimde görmek istediğimi görmüştüm, Rose yüzünde koca bir gülümsemeyle olanları izlemişti. Her ne kadar iyi biriymiş gibi davransa da hepsi öfkesini bastırmak için araçtan başka bir şey değildi. Umarım sen doğru cadısındır ve beni hayal kırıklığına uğratmazsın.

 

 

 

Dördüncü Bölüm

 

 

Spoiler

13XX Yılı, Aralık Ayı

 

Güneş ışınları vurduğunda tepesi az çok fıstık yeşiline benzeyen, vurmadığı yerleri de bir çam ağacı kadar koyu olan upuzun saplarıyla mısır tarlasının içinde sarı saçlı bir çocuğu kovalıyordum, kahkahalarımız havayı dolduruyordu. Koştuğumuz yönün ilerisinde, aynı bu çocuğa benzer sırma gibi sapsarı saçları olan, çocuğun gözleri gibi kehribar rengi yoktu, bir kadın bize el sallıyordu. Hayatımda görmüş olabileceğim en güzel kadındı, bize el sallamaya devam ederken bizim gibi kahkahasını eksik etmiyordu. Yanına geldiğimizde ikimize de sarılmıştı ve içeri girdiğimizde saçları gölgeden bile daha koyu bir adam bize gülümsedi ve biz de ona gülümsedik.

 

Ter içinde uyanmıştım, bu da neydi böyle? Son zamanlarda oldukça garip rüyalar görüyordum. Mısır’dan geldiğimden beri böyleydi. Gerçi Mısır’dan gelmek benim için çok zordu, ana vatanıma dönmek için bindiğim gemideki bazı yolcuların kanını emip okyanusun sularına bırakmıştım. Diğer yolcuların kanını emmemek için vücuduma uyuşturucu enjekte etmek zorunda kalmıştım fakat o da bu bendenden dolayı oldukça geçici bir etki yapmıştı. En azından gemi kaptanının kanını içmeden varış noktasına gelebilmiştim. Şimdi ise son bir aydır garip garip rüyalar görüyorum, özellikle mısır tarlasında olanı tekrar tekrar görüyordum.

Ellerimi yüzüme koyarak yüzümü ovaladım ve lavabonun yolunu tuttum, koku duyum o kadar artmıştı ki lavaboya girmemle metalin ve mermerin kokusunun burnuma dolması bir olmuştu. Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra kıyafetlerimi giymeye gittim, önceden kıyafetlerimi giyerken çok özenirdim fakat şimdi çok anlamsız geliyordu. Evin kirası ve diğer geçim kaynakları için para kazanmam lazımdı fakat doktorluk mesleği, şu an bir kurtarıcıdan ziyade cehennem ıstırabı gibiydi. Her gün hastaların yanına gitmek ve onların bedenini kontrol ederken duyduğum o kalp atışları… Dişlerimin ucu yeniden sivrileşmeye başlamıştı, lanet olsun kaç ay geçmiş olmasına rağmen hala daha kendimi kontrol etmekte güçlük çekiyordum ama yanımda kendimi kriz anında sakinleştirecek özel olarak hazırladığım haşhaş öz suyu, meyankökü ve afyon karışımı vardı, mümkün olduğunca morfin kullanmıyordum, morfin ile ilgili anılarım hoş değildi.  Küçükken havale geçirdiğimde, doktorun biri fazla dozda morfin vermişti ve bağımlı olmuştum ama en azından bağımlılığım kısa süreli sürmüştü. Bu yüzden morfin kullanmak canımı sıkıyordu.

Kıyafetlerimi giymiştim ve hasta yakının evime gönderdiği mektuptaki adrese gitmek için yol aldım. Evi yakın olduğu için fayton tutmaya gerek yoktu.  Evine geldiğimde kapısının yanındaki uzun ipi çektim, ipin ucu evin içindeki küçük bir çana bağlıydı ve çekmemle çalması bir oldu. İçeriden ayak sesleri geldi ve kapı açıldı. Orta yaşlarda bir adam kapıyı açmıştı, eliyle içeriyi göstererek “Lütfen içeri giriniz.” dedi.  Başımla selam vererek adamın gösterdiği yolu takip ettim, merdivenlerden yukarı çıktım, kapıya yaklaştığımda ölümün o çürük kokusunu almıştım. Kafamı içeri soktuğumda yatakta aynı bu adam gibi orta yaşlarında bir kadın uzanıyordu, sanırım evliydiler. Kadının göz kapakları ağırlaşmıştı ve tırnaklarının uç kısmı şişti ama en kötüsü nefes alırken gelen hırıltılı tıslama sesiydi. Bu kadın bitmişti. Adam kulağıma eğilerek “Ne kadar kötü Bay Tyner?” dedi. Nasıl cevap vereceğimi bilemedim.

“Üzgünüm, şu anlık bu hastalık için tedavi yok. En fazla acısını kesebilirim.” dedim.

Adamın yüzü birden elli yaşlarındaki biriymiş gibi kırışıp çökmüştü, önceden bu durum için üzülürdüm ama şu an hiç üzülmüyordum. Bu kadın benim için bir akşam yemeğiydi artık. Belki bir hafta kadar daha yaşardı ama sırf ölüm için o kadar beklemeye gerek yoktu. Kadının yüzüne bile bakınca ne kadar acı çektiği belliydi.

“Ne kadar süre daha bizimle kalabilir?” dedi adam.

“Bilmiyorum ama gerçekçi olmak gerekirse yarın da ölebilir üç gün sonra da. “ dedim.

O an kadın arka taraftan öksürdü ağzındaki kandamlaları üzerindeki örtüye bulaşmıştı. Yanımdaki adam, kadının yanındaki küçük masanın üzerindeki bezi alarak demir kaptaki suyun içinde ıslatıp kadının yüzünü temizlemişti. Tekrardan bir kapı zili çaldı, bunu fırsat bilip adamın kulağına “İsterseniz siz kapıya bakarken ben de eşinize ağrı kesici vereyim.” dedim.

Adam buruk bir gülümsemeyle “Lütfen.” dedi.

Adam gittiğinde kadının yanına gittim, bana yorgun gözlerle bakıyordu ve acısına son vermek için ellerimi boğazına götürdüm ve ses dahi çıkaramayacak şekilde boğazını sıktım. O kadar güçten düşmüştü ki normalde insanlar boğulurken ellerini kaldırırdı ama bunu bile yapamıyordu, en sonunda debelendikten sonra gözleri arkaya doğru kaydı ve öldü. Derin bir nefes aldım, ellerimi kadının boynundan çektim, biraz bekledikten sonra adam içeriye girdi. Üzüntülü bir yüz ifadesi takınarak başımı sağa ve sola salladım. Evet, adam yıkılmıştı ve karşımda ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yanına gittim ve elimi omzuna koyarak adamı teselli ettim. “İsterseniz kiliseyi sizin yerinize ben arayayım ve eşinizi götürsünler. Kendinizi toparlandıktan sonra eşinizi ziyaret etmek için kiliseye gidersiniz.” dedim. Adam üzüntüden o kadar kahrolmuştu ki dediklerime tepki bile vermedi, baş sağlığı dileyerek en yakın kiliseye gittim, şanslıydım ki rahip dışarıdaydı, dönüştüğümden beri hiçbir dinin kutsal mekanına giremiyordum. Yanına gittim, durumu açıkladıktan sonra ev adresini söyledim ve evime geri döndüm.

 

Paltomu askılığa astım ve başımdaki karları silkeledim, evim bir hurda yığını gibi görünse de oldukça kullanışlıydı. Giriş katını genelde üzerinde uğraştığım ilaçlar veya kadavralar için kullanırdım, asma katı ise dinlenmek için. Eve gelen biri için giriş katın kokusu rahatsız etse de mesleğim gereği asma katta uyurken hiç rahatsız olmazdım. Fakat burada oturmanın en kötü yanı bu ahşapları eskimiş, boyası dökülmüş ve çatısı damlayan evin haddinden fazla kirasıydı ama şehir merkezine en yakın ve işlerim için en uygun bina da buydu. Şehir merkezinde uzakta kalsam bakacak hasta sayım azalırdı ve bu kötü olurdu. İç çekerek merdivenlerden çıktım ve kendimi yatağa attım. Zaten şehir merkezinde otursam bile şu aralar gelen mektuplar azalmıştı, tahminimce merkeze yeni doktorlar gelmişti. Bu sıkıcı konuları düşünmeyi bırakıp iki saat sonra önceki hastamın eşinin cesedi cenaze aracıyla birlikte alınacaktı, yolu da düşünürsem neredeyse üç saat ederdi. O yüzden bir buçuk saatliğine kendimi uykuya bıraktım.

 

Yine o her zamanki sıcak günde mısır tarlasında o çocuğu kovalıyordum ve uzaktan bize el sallayan o güzel kadının yanına koşuyorduk. Yanına geldiğimizde bizi kilden yapılmış evin için aldı ve siyah saçlı kehribar gözlü adamın yanına gittik. Bizi kucağına almış seviyordu, bunu yaparken içimde amansız bir mutluluk oluşmuştu. Adam sonunda elini benden çekip diğer çocukla daha çok ilgilenmeye başlamıştı ve kendimi kırgın hissediyordum. Adamın dizlerinden inerek adama bir şeyler söyledim ve başıyla onaylayınca dışarı çıktım, çıkmadan önce o sarı saçlı kadın başımı okşadı ve ona gülümseyerek tekrar mısır tarlasının içine girdim. Yere çöktüm, gözlerim yanmaya başlamıştı ve istemeyerek de olsa sulanmıştı. Ağlamak istemiyordum ama yine de ağladım.

 

Derin bir nefes alarak uyandım, gözlerime dokunduğumda gözyaşlarını hissettim, zaman geçtikçe gördüğüm rüyaların duygularını daha mı hisseder olmuştum? Derin bir nefes aldım, pencereden dışarı baktığımda ikindi saatleri yaklaşmıştı ve yola düşmenin tam sırasıydı, hemen yüzümü yıkayıp kendime gelmeye çalıştım. Tekrar derin bir nefes alarak kapı çıkışına ilerledim ve paltomu alarak dışarı çıktım. Kilisenin olduğu yere geldim, kış mevsiminden ötürü hava çoktan kararmıştı ve cenaze arabasını ileriden gelirken gördüm, onlar gelmeden kilise bahçesine gizlice girdim, şükür ki erken gelip cesedi içeriye koymamışlardı, yoksa bir de içeriye girmek için izin almakla uğraşacaktım. Fayton demir parmaklıklara geldi ve iki adam inerek faytonun arkasındaki tabutu tutup çıkaracaklarken yerden aldığım taşı hızlıca faytonun camına attım ve kırıldı. İki adam da küfredip etrafına baktılar ve biri kırılan cama bakmak için geldiğinde yavaşça yerimden hareket ettim, ses çıkarmadan gölgeleri kullanarak yaklaştım. İki adam tartıştıktan sonra taşın ne yönden gelmiş olabileceğini tahmin edip kilisenin etrafında dolaşmaya başladılar, dönüştüğüm türün yeteneğini kullanarak hızlıca faytonun arkasına gittim ve tabutun kapağını açarak sabahki kadının kanını emmeye başladım. Çok iyi gelmişti, kaç gündür açlıktan kıvranıyordum. Benliğimi kaybedecek duruma geldiğimde kadını bıraktım ve tabutun kapağını tekrar kapattım, hızlıca orayı terk ettim.  Kanı her içişimde kafamda hep bir sarhoşluk oluşurdu, sanırım dünyadaki en iyi uyuşturucu bu olsa gerekti. Köprünün altına doğru yürürken ayaklarım karın içinde dolandı ve karın içine düştüm. Genizden hırıltılı bir sesle başlayıp sonra kahkahaya dönüşecek bir şekilde gülmeye başladım ve sırtımı kara yasladım. Islanmıştım ama umurumda değildi.

 

Eve geldiğimde sırılsıklamdım, o yüzden banyo yapmanın iyi olacağını düşündüm ve odadaki küvetin içine su doldurdum ama ondan önce üzerine kan bulaşan kıyafetleri şöminede yaktığım ateşin içine attım, durduk yere eve hastalık getirmeye gerek yoktu, en azından eve gelen misafirler için.  Küvete su doldurduktan sonra içine girdim, üzerimdeki kanı ve karın içine girdiğimde üzerime bulaşmış çamurlardan kendimi arındırdım. İşim bitince küvetten çıktım ve giyindim, aynanın karşısına geçtim dişlerime bakınca kadının kanını içtiğimde kopan deri parçalarından birinin dişlerimin arasına girdiğini fark ettim, o yüzden dişlerimi temizlemeye başladım. İç çektim ve elimi lavabo mermerine yasladım, başımı eğerek akan suya baktım. Kafamın ağırlaştığını hissettim. Cidden yorulmuştum, o yüzden uyumaya gittim.

 

İlginçti, bu sefer rüya aynı şekilde başlamamıştı, aksine aynı yerden devam ediyordu. Mısır saplarının içinde hala ağlamaya devam ediyordum. Daha sonra ellerimin ayasıyla gözlerimi sildim ve derin nefes aldım. O uzun altın yeşili sapların arasında yürüdüm, oldukça uzun bir yoldu, nereye gittiğime dair hiçbir fikrim yoktu ama biraz daha ilerleyince ince bir mavi çizgi gördüm ve biraz daha ilerleyince mavinin en hoş tonlarına sahip bir göle gelmiştim. Ayaklarımı terliklerinden çıkartarak suya soktum, ayağımla suyu hafifçe tekmeledim ve bir daha yaptım. Hoşuma gitmişti ve oldukça rahatlatıcıydı. Biraz daha devam edince üzerimdeki ketenden kısa pantolon ıslanmıştı ama umurumda değildi. Eve gidince sadece moralim bozulacaktı, o yüzden suyun içinde oynamaya devam ettim. Biraz ileride ördeklerin olduğunu fark etmiştim, kimilerinin rengi koyu griydi ve kanatlarında siyah şeritler vardı ve gagası da siyahtı ama yanındaki kendisini andırsa da gagası koyu turuncuydu; aralarında pamuk beyazlığında olanlar da vardı. Fırsat bilip onlara doğru koştum, geldiğimi hissedince kaçmaya başladılar ve kahkaha atarak onları kovalamaya devam ettim.

 

Uyanmıştım, biraz şaşkındım, aynı rüya tekrar tekrar göreceğime çok emindim ama bu sefer devamını da görmüştüm ve neden bunları gördüğüm hakkında hiçbir fikrim de yoktu. Ayağa kalktım ve gelen mektup var mı diyerek kapı önüne gittim, hayır yoktu, iç çekerek odanın içindeki sandalyelerden birine oturdum ve kafamı geriye yasladım. Bu böyle olmayacaktı, başka bir şeyler düşünmem lazımdı, zihnimi açmak için üzerimi giyindim ve dışarı çıktım. İnsanlar yağmış ve yağmakta olan kara aldırmadan dışarıda yürüyüp eğleniyorlardı. Merdivendeki buzlardan ayağım kaymasın diyerek yavaşça yürüdüm ve ayağım kaldırıma bastığında kafama göre yol seçip yürümeye başladım. Faytonların sesleri kesme taşlarla kaplanmış yolda yankılanıyordu, bir grup kadın bir ellerinde şemsiye ve diğer elleriyle hafifçe ağızlarını kapatarak birbirlerine gülüp eğleniyorlardı. Yanlarından geçerken parfümleri burnumu doldurmuştu ve dişlerim sivrileşmişti sonra evden yanıma haşhaş ve afyon karışımını almadığımı fark ettim, hızlıca ağzımı elimle kapatarak yolun biraz ilerisindeki sokağa döndüm ve burada da hatırı sayılır bir insan topluluğu vardı. Panik olmuştum, hayır panik olmak iyi değildi, panik olursam aklımı daha hızlı kaybediyordum. Kafamı sağa sola çevirdim ve sakin bir yer bulmaya çalıştım biraz koştuktan sonra tenha bir yere geldim. Ellerimi dizlerime koyarak nefes aldım, hala dişlerim sivriydi ve dudaklarıma battıkları için de dudağım kanamıştı. Tekrardan nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Derince nefes al ve ver.

Derince nefes al. Ver.

Derince…

Kaslarım gevşemişti ve zihnim de sakinleşmişti, kafamı kaldırdığım biraz ileride iki katlı geniş bir bina görmüştüm, biraz ilerlediğimde hastane olduğunu fark ettim. Ah, cidden bu niye daha önce aklıma gelmemişti? Özel olarak çalışmaya o kadar alışmışım ki hastane de çalışmak hiç aklıma gelmemişti. Başvursam haftaya kesin işe başlardım ve kira olarak da rahat ederim. Hem özel olarak hem de hastanede çalışarak beni kurtaracak kadar para kazanırdım ama işin kötüsü kendimi ilaçlar üzerinde yaptığım deneylere fazla vakit ayıramayacak olmamdı, lakin elime böyle fırsat geçmişken geri tepemezdim ve hastane bahçesinden içeri girdim.

Hastanenin içindeki o temizlik kokusunu aldım ve ilerledim. Etrafta iş başvurusu için bir görevli aradım, normalde bir mektup göndersem yeterli olurdu ama bu kadar gelmişken mektupla uğraşmanın manası yoktu. Biraz ileride masada oturmuş, evrakla uğraşan bir kadın vardı, yanına gittim ve iş başvurusu formunu istedim ve hangi dalda kendimi geliştirdiğim ve hangi okuldan mezun olduğum gibi bilgileri yazdım. Başvuruyu kadına uzattım ve gülümseyerek çıktım.  Sonra kira derdinden daha büyük bir sorundan kurtulduğumu fark ettim, burada oldukça hasta vardı.

 

Evime mektup gelmişti ve mektupta tahmin ettiğim gibi onaylama yazısı vardı, yarın işe başlayacaktım. Elimdeki mektubu mutlu bir şekilde koluma vurdum, kitaplığıma yönelerek John Donne’nin kitabını aldım ve şöminenin yanına giderek berjere kuruldum. Sayfaları karıştırarak sevdiğim sonelerden birini açtım, İlahi Soneler-VI en sevdiğim kısımdı. Ölüme meydan okurcasına yazılmış bu dizeler beni her zaman etkilemişti ve bir şekilde bu yazılanlara kendimi yakın hissediyordum. Biraz okuduktan sonra elektrikler gitmişti, canım sıkılmıştı, zaten kış ve sonbahar aylarında sürekli giderdi. Elimdeki kitabı bırakarak yatağa gittim. Bu saatte çatıya çıkıp kablolar hasar görmüş mü diye bakmayı ve bodrum katta bağlı oldukları kaynaktan da akımın geçip geçmediğini kontrol etmeyi hiç istemiyordum. Canım sıkkın bir şekilde üzerimdeki kıyafetleri bile çıkarmadan uyudum. Bu kötü olaydan sonra hiç rüya görmeden uyumuştum, belki de bundan sonra da görmezdim.

 

Sabah erkenden uyanıp hızlıca işe gitmiştim, hastaneye geldiğimde kırklarında bir doktorun yanında yardımcı olarak göreve başladım. Yardımcısı olduğum doktorun odasına gittim, beni görünce gülümsedi. Hoş bir havası vardı ve bana elini uzattı. Elini tutarak “Merhaba, Ben Gabriel Tyner.” dedim. O da gülümseyerek “Merhaba, ben de Timothy Dalton. İşinde ilk günün nasıl Tyner, heyecanlı mısın?” dedi.

Cana yakın biri demek, “Her ne kadar işte ilk günüm olsa da mesleki olarak deneyimim var efendim. O yüzden hayır.” dedim.

Gülümseyerek “Peki o zaman işe başlayalım o zaman.” dedi ve hastamızı kontrol etmeye gittik.

 

Günler böyle geçip gitti ve her akşam olduğunda üzerime mükemmel bir rahatlık çöküyordu, bulduğum fikir mükemmeldi ve eskisi gibi o saçma rüyaları da görmüyordum. Ve bugünün nöbeti bende olduğu için odadan çıkarak hastane koridorunda yürümeye başladım ve hastamı kontrol etmeye gittim. Kapıyı hafifçe açarak arkamdan kapattım, hastanın gözleri kıpırdandı ama ilaçlardan dolayı pek fazla açamadığından göz kapakları geri düştü ve ağır bir hastalık geçiriyordu, zaten tercihlerim de bunlardan yana oluyordu. Yanına yaklaştım ve ağzımı boynuna yaslayarak kanını içmeye başladım. Kanını içince vücuduma bir rahatlık çöktü, geriye diş izleri kalmıştı ama hastayı öldürmediğim için vücudunun iyileşmesine bırakacaktım. Hastadan sorumlu ben olunca da diş izlerini hiç yokmuş gibi rapor yazıyordum, şu anlık bu yöntem iyi gidiyordu ama ne zamana kadar işe yarayacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Kanı içtikten sonra cebimden bir mendil çıkartarak ağzımı sildim ve odayı terk ettim.  Odama geldiğimde masama geçtim ve hastamın raporunu bu kafa sarhoşluğuyla elimden geldiğince doldurmaya başladım, biraz süre sonra üzerime bir ağırlık çöktü ve sırtımı geriye doğru yaslanarak uzandım.

 

Karşımda bir adam vardı sarı saçlıydı ve onunla gülüp eğlendiğimi fark ettim ama içten içe içimde beni yeyip bitiren bir his vardı, garip bir kıskançlık içindeydim ve karşımdakine istemesem de nefret duymadan edemiyordum. Onu seviyordum ama aynı zamanda nefret ediyordum. Konuştuğum sarışın adama daha dikkatli baktığımda o altın sarısı saçlarını ve kehribar gözlerini bir yerden anımsadım. Ah, bu tarlada kovaladığım çocuktu. Büyümüş halini görmek beni biraz ürpertmişti. Onu elimle bir yere işaret ettim, işaret ettiğim yere baktığımda tarladan oldukça uzakta, tenha ve kayalık bir alan olduğunu fark ettim. Yanımdaki adam benimle birlikte ayağa kalktı, ayağa kalkınca içimde hafif bir korku yükseldi ama nefretim daha çok yoğundu. Onunla birlikte elimle işaret ettiğim yere gittik, giderken ellerim terlemeye başlamıştı ve kalbim oldukça hızlı atıyordu, nefesim oldukça hızlanmıştı. Yanımdaki adam elini omzuma koydu ve bir şeyler dedi sanırım iyi olup olmadığımı soruyordu, kafamı yana sallayarak gülümsedim ve yola devam ettik. Dediğim yere geldiğimizde ellerim oldukça titriyordu ve içimdeki korku biraz daha büyümüştü ama yine de nefretim çığ gibiydi, durmak bilmiyordu. Yanımdaki adamı sevsem de yok olsun istiyordum; elimle kayanın ilerisini işaret ettim, oraya doğru yürüdüğümüzde önceden görmüş olduğum gölü gördüm, neden buraya yanımdaki adamı getirdiğimi anlayamıyordum. Derin bir nefes aldım ve arkamdan gelmiş olan adama döndüm biraz bekledikten sonra omuzlarından tutarak yanımdaki kayalığa kafasını vurdum, biraz hafif vurmuş olmalıyım ki elleriyle bedenimi itmeye çalışıyordu.  Ellerim hem korkudan hem heyecandan ötürü titriyordu ve kafasını tutarak tekrar kayalığa vurdum, kafatasının kırılma sesi geldi ama yine de devam ettim, her vurduğumda içimdeki nefret azalıyordu.  En sonun ellerimi çektiğimde manzaraya baktım, sarı saçlı adamın saçları kıpkırmızıydı ve beyin parçalarına bulanmıştı. İçimdeki nefretin bitmesiyle çıkan sarhoşluk yerine panik ve korku gelmişti ama kötüsü içimde bir pişmanlık vardı, bu adamı oldukça seviyordum ve onun gülüşünü özleyecektim ama onu öldürmüştüm. Çığlık atarak ondan uzaklaştım ama kayalığa ayağım takıldı ve düştüm, ayağa kalkmaya çalışırken adamın beyin parçalarından biri elime takıldı korkuyla elimden silmeye çalışırken kayalıklardan aşağı düştüm ve düşerken sırtımı sert kayalardan birine çarptım, doğruca gölün içine düştüm. Suda çırpınmaya başlamıştım ve suda her çırpınışımla üstüme bulaşan kanlar suya daha da hızlı karışıyordu. Suda küçük bir ayrıntı fark etmiştim, görünce şok oldum. Sudaki yansımam o adamın aynısıydı.

 

Çığlık atarak uyandım, odaya hemşire koşarak girdi ve iyi olup olmadığımı sordu, bu his de neydi böyle o anki hissettiğim duyguların hepsi hala duruyordu. Korkuyordum, rahatlamıştım ve aynı zamanda üzgündüm. Histerik bir şekilde ağlamaya başladım, hemşire sürekli bana sesleniyordu ama sakinleşemiyordum. Ellerimi tırnaklarımla tırmaladım, bunu yaparken de ağlamaya devam ettim ama en kötüsü kendimden nefret diyordum. Bütün bunları yapmışken bile içimdeki o rahatlama hissini silip atamıyordum. Koluma ince bir şeyin battığını hissettim ve kafamı çevirdiğimde hemşirenin bana sakinleştirici vermeye çalıştığını gördüm, tepem atmıştı ve hemşirenin oracıkta boynuna dişlerimi sapladım. Kanını ölene kadar içmiştim, hemşirenin çığlıkları kulaklarımı doldurmuştu ama umursamadım ve işim bittiğinde ayağa kalktım. Rahatladıktan sonra durumun farkına vardım, panik olmuştum ama sakin kalmalıydım. Tam o sırada gürültüyü duymuş bir hemşire içeri girdi ve korkuyla bağırarak “Sakın ses çıkarma!” dedim. Kadın o sırada ellerini boğazına götürdü ve bağıramadığını fark etti, ben de çok şaşırmıştım. Önceden dönüştüğümde beni dönüştüren adam hipnozdan bahsetmişti ama bu vakte kadar hiç başaralı olmamıştım. Hızlıca hemşirenin yanına gidip buradaki gördüklerini unutmasını ve doğruca geldiği odaya gidip uyumasını emrettim. Hemşire ayrıldığında yerden cesedi kaldırdım ve pencereden atlayarak ilerideki ormana götürdüm. Ormanın ilerisinde dolaşan halkın girmekten çekinmesine neden olan köpek sürüsünün bulunduğu yere cesedi bıraktım. Tekrar hastanenin yoluna döndüm ve biraz ilerledikten sonra arkamdan bir hırıltı sesi yükseldi, kafamı çevirdiğimde o köpek sürüsünü gördüm, biri tam hırlayıp atlayacakken tekmemi ona doğru savurdum ve hepsine dişlerimi çıkartarak hırladım, korkudan çil yavrusu gibi etrafa dağıldılar. Tekrar arkama dönerek odama geri gittim.

 

Odama geldiğimde yerde kandamlası var mı diye kontrol ettim, temizdi, sadece üzerimi temizlemem gerekiyordu. Her duruma karşı çantamda yedek kıyafet taşırdım, onları çıkartarak üzerime geçirdim. Giyindikten sonra büyük bir iç çekerek yere çöktüm. Ben ne yapmıştım böyle? Derin bir nefes aldım, vücudumun titremesini bastırmaya çalıştım, her ne kadar aklımı sakin tutmaya çalışsam da vücudumdaki adrenaline karşı bir şey yapamazdım. Elimden geldiği kadar sakinleştikten sonra odadaki koltuğa yaslandım ve kafamı yastığa koydum. Uyumaya korkar olmuştum, gün doğumuna az kaldığı için de uyumamak için kendimi tuttum. İşin tek iyi yanı içeriye giren hemşireyle hiçbir tanışıklığımın olmamasıydı, yanımda çalışan hemşirelerden biri olsaydı kayboluşuyla ilgili kesin sorgulanırdım. Derin bir nefes aldım ve sabahın oluşunu bekledim.

 

Hastaneden ayrılmadan önce raporumu üstüme verdim ve oradan ayrılıp evin yolunu tuttum. Gün boyu uyumamaktan dolayı kafam ağırlaşmış bir vaziyetteydi, önümdeki yol arada sırada gözlerimin önünden kayıp gidiyormuş gibiydi ama sonunda eve gelmeyi başarmıştım. Eve girdiğimde kendimi kapı girişine bıraktım, çok yorgundum ve bitik. Kendimi o olaydan dolayı hala perişan hissediyordum, ne yapacağımı bilmez haldeydim. Gözlerim kapanmaya başlamıştı ve rüya göreceğim korkusuyla ayağa kalktım, pencereyi açarak odaya soğuk havanın girmesini sağladım. Elimi yüzümü yıkamak için çeşmeye yöneldim ve kafamı soğuk suyla ıslattım. Uykum bu heyecandan dolayı biraz açılsa da tekrar geri gelmişti, ellerimi başımın üstüne koydum ve haykırarak içeri geçtim. Bir süre sonra odaya sessizlik kalmıştı, hareket edecek enerjim bile yoktu, her şey oldukça ağırlaştı ve uyudum.

 

Bir alkış sesi duydum, etrafıma bakındım ama etraf oldukça karanlıktı, hiçbir şey görünmüyordu. Tekrar alkış sesleri geldi ve kafamı arkaya çevirdiğimde karanlığın içinde bir elin beni alkışladığını gördüm daha sonra oda aydınlandı ve etraf beyaza büründü. Elleriyle beni alkışlayan bir adam sandalyeye oturmuştu ve yüzü rüyamda gördüğüm adamdı. Üzerinde bir takım elbise vardı ve gözlerini bana dikmiş, gülümsüyordu. Etrafta o ve sandalyesi vardı, başka hiçbir şey yoktu. Sırada ne olacak diye bekliyordum ama hiçbir şey olmuyordu.  Adamın gülümsemesi sırıtmaya döndü.

“Bir selam vermeyecek misin? Yoksa tiyatro gösterisi yapıyormuşum gibi beni izlemeye devam mı edeceksin?” dedi.

Başta anlayamadım, selam vermek mi? Hem önceki rüyalarımda kişilerin ne konuştuğunu asla duymazdım.

“Hey Gabriel sana diyorum! Dilini mi yuttun?”

Şok olmuştum, benimle konuşuyordu, sanırım en sonunda kafayı yemediğim kalmıştı.

Adam iç çekti, “Ah Gabriel, ilk tanıştığımızda oldukça girişkendin hatta rahibeye saldırırken, korkmayıp üzerime atlamıştın. Şimdi bakıyorum pısırığın teki olmuşsun.” dedi ve cıkcıkladı.

Şaşkınlıktan gözlerimi yuvalarından fırlayacak gibi gözükene kadar açtım “Sen o zamanki…”

“Evet, ben o zamanki seni dönüştüren adamım.”

“Ama o gün farklıydın. Nasıl?”

“Dünyaya gelebilmek için başka bir bedene girmem gerekiyordu, şu anki halim benim asıl suretim.” dedi.

“O zaman gördüğüm rüyalar da…”

Yüzü bir anda ciddileşti ve sırıtan yüz ifadesinden eser kalmadı, şu an o yaptığı katliamda takındığı yüz ifadesinden bile korkutucu bir yüzü vardı. Yutkundum.

“Başkalarının anılarını görmen hoş değil Gabriel. Gördüysen bile içinde tut ki başın derde girmesin. Elimde olsa görmene bile izin vermezdim.” dedi.

“Peki senin anlarını nasıl gördüm o zaman?”

“Ah dediğim bir kulağından girip diğerinden mi çıkıyor senin? Hem ne bileyim, öldükten sonra cehenneme giderim falan sandım ama görüyorum ki senin zihninde sıkışıp kaldım.” dedi ve suratını asarak iç çekti.

“E şimdi ne olacak? Hayatımın içine ettiğin yetmedi, üstüne zihnime de mi el koyacaksın?”

Ellerini havaya kaldırarak kim bilir dercesine avuçlarını açtı.

“Ah, inanamıyorum! Senin yüzünde başıma neler geldi bir bilsen!”

“Evet, biliyorum. Sen benim anılarımı nasıl görebildiysen, ben de senin gözlerinden dünyayı görebiliyorum.”

Bunu dediğinde oldukça şaşırdım, bu durum beni bir şekilde rahatsız etti.

“Gabriel.” dedi ve dikkatimi ona verdim.

“Neden bir ayağı çukurda olanlardan kan içiyorsun? Ara sokaklarda tek başına dolaşanlardan kan içip onları bir kenara fırlatır gidersin ama ne zaman seni görsem sürekli olarak meşakkatli işlerle uğraşıyorsun. Özellikle o hastanede yaptıkların ne öyle?”

Bunu demesi sinirlerimi bozmuştu. “Ne yapmamı bekliyorsun? Senin gibi başkalarını mı öldürme mi?”

Bunu demem onu güldürmüştü, “Ölmek üzere olanlardan kan içince olanların değişeceğini mi sen yoksa?” dedi ve kahkahalara boğuldu. “Aptal! İster ölmek üzere olsun ister olmasın sonuçta yaşayan bir varlığı öldürdün mü öldürdün. Bu şekilde yapınca kendini soylu mu hissediyorsun bilmiyorum ama yaptığın tamamıyla zırvalık!”

“Sen anlarsın?!” diye bağırdım. Bakışları tekrar ciddileşti.

“Eğer bir kez daha benim ne düşündüğüm ya da benim ne hissettiğim hakkında çıkarım yaparsan başına kötü şeyler gelir. Burada sana ne yapabilirim bilmiyorum ama ne yapabileceğimi bir şekilde bulurum ve bunu yaparım. Umarım bunu anlamışsındır.”. Dedikleri tenimi ürpertmişti.

“Ve şu yarı ölülerden kan içme saçmalığını da kes! Başın bir gün belaya girecek bu gidişle. Yapman gerekenler var ama senin şu saçma beslenme mantığınla işler sarpa saracak.”

Bu dikkatimi çekmişti, “Ne işi?”

Sırıttı, “Onlar seni bulduğunda anlatırlar.”.

“Kim beni bulduğunda?”

Gülmeye başladı. “Vakti geldiğinde anlarsın.” dedi ve bulunduğumuz yer kayboldu.

Uyanmıştım ve tavana bakıyorum, o adamın dediklerinden de oldukça rahatsız olmuştum.

 

 

 

 

İlk hikayenin sonu.

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

  • Yanıtlar 22
  • Oluşturuldu
  • Son yanıt

Konuya en fazla mesaj yazanlar

Popüler mesajlar

Hepinize keyifli okumalar dilerim.    KARANLIĞIN ELÇİLERİ   İnsanlığın yaratılmasıyla Taht ve Işığın Çocuğu arasındaki bağ kopar ve Işığın Çocuğu, Taht'ı cennetten def etmek için o

Arkadaşlar konunun yarışma bitimine yetişmeme durumu var o yüzden hikayesel olarak ikiye böldüm, o yüzden kitabın adı değişti. Değişen sadece hikayeyi bölmem, on üç kişinin cinayetini konu alan hikaye

Bilmeyen arkadaşlar için;   Vampir inancında kendilerinin yarasaya dönüştüğü ve kurt adamların onların hizmetkarları olduğu söylenir ama ben burada onları kurt adamlara dönüşebilir şekilde i

esmaderdi, 5 dakika önce tarihinde yazdı:

Yazdığın hikayenin konusu oldukça ilgi çekici ancak sana metnini okuyup tekrar editlemeni tavsiye ederim. :fan_by_pineapple_soup-d8ryy5z:

Yorumunuz için teşekkür ederim.:happy-onion-head-emoticon: Bugün biraz kafa yorgunluğumu atmak için yazmıştım, yarın betimleme ve olay geçişleri arasında biraz daha yoğunlaşmayı düşünüyorum zaten. :magic-right-crazy-rabbit-emoticon:

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Konusu baya iyi.Oldukça akıcı ve heyecanlıydı.Gelecek bölümü heyecanla bekliyorum. En heyecanlı kısmında kesmişsin :’( Eğer devamında da güzel işleyebilirsen ortaya harika bir iş çıkacağını düşünüyorum. Peter Vladimir ve diğer karakterlerle tanışmak için sabırsızlanıyorum. Neler olacağını merakla bekliyorum.Ortalık karışacak?‍♀️Şu an devamı olmadığı için oldukça üzgün hissediyorum, yeni bölümü sabırsızlıkla bekliyorum. İlk okuyanlardan biri ben olacağım?

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Giriş kısmında çok fazla değişiklik olmasa da zihinde rahat canlandırılabilmesi için küçük rötuşlar çektim ve anılar kısmının birinci kısmı bitti. Yazım hataları ve noktalama hataları için şimdiden kusura bakmayın. Edisyonunu yarışmanın son günlerine doğru topluca yapmayı düşünüyorum. 

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Sohbete katıl

You are posting as a guest. Bir hesabın varsa, hesabınla göndermek için şimdi oturum aç.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Misafir
Bu konuya yanıt ver...

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı.   Restore formatting

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Editör içeriğini temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

  • Konuyu Görüntüleyenler   0 üye

    • Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli bilgi

Forum kurallarımızı okudunuz mu? Forum Kuralları.