Jump to content

Lanetli Sur (Attack on Titan) [FF] [7. Bölüm/ 26.06.2020 Güncellendi - Final Verdi]


Ari01

Önerilen İletiler

 

 

ATTACK ON TİTAN

LANETLİ SUR

0. Bölüm

Spoiler

 

                 Metal kapının gıcırdayarak açıldığını duydu. “İşte burada Sayın Başbakan, 3 Tanrıça’dan biri.” Sesi bir radyıo cızırtısını andıran adam ‘3 Tanrıça’ teriminden, sanki nefret edilecek bir hayvanmış gibi bahsetmişti.

 

                Gözleri bağlı olduğu için girenlerin yüzlerini göremiyordu ancak kendisinin burada tutsak olduğunu bilenler, kendisine işkence eden Sur Tarikatı üyeleriydi sadece. Korku içinde yalvarmaya başladı, her bir adım sesiyle daha yakınına geldiklerini hissediyordu. Kalbi adeta göğüs kafesinde çırpınıyordu; zincirlerle duvara asılmış, bileklerinin derisi kelepçeler yüzünden kan çıkacak kadar soyulmuş kolları titriyorlardı. Hiçbir şey yapamaz bir durumdaydı. “Ya- yapmayın! Lütfen, yapmayın! Be- benimle b- bir alakası yoktu. Bı- bırakın beni!” Zaten uzun zamandır bağırmaktan yorulmuş sesi çatlamıştı:” Lütfen.”            

 

                Adamlardan birinin bir kahkaha attığını işittiğinde donup kaldı. “ İşte, bu Sayın Başbakanım. Zamanı dolmak üzere artık. Sonunda o lanetli Tanrıçaların sonuncusundan da kurtulacağız.” Adamın ses tonu zevk ve hırs doluydu, sanki biraz önceki yalvarışlar sadece onu daha da neşelendirmişti. “Ge- gelmeyin. Lütfen. Efendim, yalvarırım!” Artık son çırpınışlarıydı bunlar. Nafile bir çabayla geri geri gitmeye çabaladı, sanki duvarın içine girebilirmiş gibi.

 

                Birinin  dokunduğunu hissettiğinde kolunu çekmeye çalışmıştı ancak uzun zamandır açlık sınırında olmaktan, yerinden kıpırdayamamaktan ve geceleri peşini bırakmayan kabuslarıyla uykusuzluktan güçsüz düşmüştü. “Lütfen sanat eserimize bakın.” Dedi, parmaklarıyla sıkıca bir şekilde tuttuğu kızın kolunu okşayarak. Canını acıtıyordu. “Durun! Benim suçum değildi, hayır, hayır! Ben bir şey yapmadım.” Kolu, istense koparılabilecek kadar incelmişti; üzeri bıçak kesikleriyle, morluklarla kaplıydı, hatta dirseğine yakın bir yerde etrafındaki derisi yeşilimtrak bir renge sahip iltihaplı bir bölgede kemiğinin beyaz ucu görünüyordu.

 

                Yanındaki rahiplerden biri sertleşmiş eliyle yanaklarından sıkıştırarak suratını kendinden tarafa çevirdi. “Bana bak ucube.” Diyerek konuşmaya başladı, tükürüyordu. “Cadı! Sen de ablaların gibi cadıdan başka bir şey değilsin! Yüce Devimiz, sizi bize bir uyarı olarak gönderdi! Hayır! “Surlara tapmakta hatalıydık, affet bizi Yüce Dev!” Yapmayın!  Adam dua etmeye başlamış gibi yüzünü yukarı kaldırdı.“Bir tek senin gücün bizi korumaya yetebilir. Bize gönderdiğin bu hayvanları kurban edeceğiz senin uğruna.” Bizim bir suçumuz yok! Dikkatini tekrar ellerinde çırpınan kıza çevirmişti. “Sen, sen var ya; tüm bu insanların yenmesinden sen ve senin o ucube ablaların sorunlu. Bizi kandırdınız, bizi yolumuzdan saptırmaya çalıştınız!” Ne olur yapmayın! Adam yüksek sesle haykırmaya başlamıştı. “Kendi hemcinslerinizi öldürdünüz siz! Bunun cezasını çekeceksin sen !” Bizim öyle bir amacımız yoktu, hiç olmadı!

 

                Rahiplerin bu ziyaretleri saatler sürmüştü. Günler boyunca hem de, günler birbirlerini tekrar ederken haftalar aylar onları izlemişti. Kız, zaman kavramını unutmuştu artık. Güneşi görmeyeli kaç yıl olmuştu acaba? Sahi, güneş hangi renkti?

 

                 “Sen Yüce Dev’in lanetli malısın!” diye bağırdı Rahip işkence seanslarından birinde. “Sen onun adına leke sürensin! Ölmek zorundasın sen! İsimlerini kirlettiğin devlere yem olmayı bile hak etmiyorsun.”

 

                Ben ölmek zorundayım, diye düşündü kız sonunda. Çektiği acıları hissedemiyordu artık. Vücudu uyuşmuştu.

 

 

1. Bölüm

Spoiler

                “Her yeri arayın. Süpheli bir şey görürseniz hemen haber verin.”

 

                 Başkent şehri Mistral’e yapılan darbenin ardından 1 hafta geçmişti; Keşif Birliği, artık tek sağlam kalan Sur Sina’nın içindeki asayişi sağlamaya yardım ettikten sonra Askeri İnzibat’ın, sözde Kraliyet ailesinin veya Sur Tarikat’ının Sur Rose topraklarında bulunan karargahlarını keşfe çıkmıştı. Gecenin karanlığında neredeyse görünmez olan koyu gri bir kaledeydiler şimdi.

 

                Eren, kalenin alt katlarına inen merdivenin yanındaki büyük pencereden dışarı baktığında onu selamlayan tek şey gecenin boğucu karanlığı olmuştu. Acaba Mikasa ya da Armin bir şeyler bulmuş mudur? Diye düşündü. Neredeyse yirmi dakikadır arıyor olmaları lazımdı, çoğu kişi gezinmeyi bırakmış ve çoktan toplandıkları odaya geri dönmüştü bile ancak Eren daha aramayı bitirmek istemiyordu. Önünde uzanan sonu karanlık eğimli merdivene baktı, nedense aşağı inmesi gerektiğini hissediyordu, sanki onu çağıran bir şey vardı alt katta. Çizmelerinden çıkan tok ses eşliğinde elinde tuttuğu cızırdayan ateşle beraber indiğinde karşısında metalden tek bir kapı gördüğünde şaşırdı. Kapıyı açmayı denedi.

 

                İçeriden inleme sesleri geliyordu, tanıdık sesler değildi lakin bu her kimse çok acı çekiyor gibiydi, güçsüz düşmüş, bağırmak için bile ağzını açamayacak durumda olan birinin feryatlarıydı bunlar. “ Hey, kim var orada?” Zincirlerin takırdamasını duydu. Elindeki meşale odanın sadece çok az bir kısmını aydınlatabiliyordu, gözlerini kısarak daha net görmeye çalıştı. Bir inlemeden daha çok hızlı hızlı nefes almaya benzeyen sesler tam önünden geliyordu, yumuşaktılar. Bekle bir saniye diye düşündü, bir kız sesi bu. Karanlıkta kör bir biçimde ilerlemeye devam ederken birden bir duvarla karşılaştı, meşalesini indirdi, haklı çıkmıştı, inlemelerin sahibi olan kız karşısındaydı. “Hayır, lütfen, lütfen yapmayın, i-istemiyorum.Y-apmayın!” Fısıltılar halinde yalvardığını duyabiliyordu kızın. Gözlerinin kirlenmiş beyaz bir kumaşla bağlanmış olmasının yanı sıra kollarından arkasındaki duvara zincirliydi. Eren’in bu havada üşütücü bulduğu ip kollu, eteği dizlerine bile ulaşmayan beyaz bir elbise giyiyordu. Gözleri yaralar, morluklar ve kesiklerle dolu kollarına takıldı, kız bir deri bir kemik kalmıştı. Her iki yanından da zayıf  yüzünü çevreleyen bir tutamı beyaz bir tokayla bağlanmış ve omuzlarından sarkıtılmış koyu kahverengi düz saçları vardı. Bu kız da kim? Ne işi var burada? Meşalesini kızın yüzüne yaklaştırdı, boştaki eliyle kumaşı çözmeyi amaçlamıştı ki kız çırpınmaya başladı, kollarını çekiştirip duruyordu. “Hayır! Yapmayın, hayır! Efendim, hayır!” Örtülü gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı, sesi çatlaktı. Eren bir an neye uğradığını şaşırsa da hemen kendini topladı: “Dur, sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim.” Onu rahatlatmak isterken elini refleks olarak kızın yanağına koydu, kız onun sandığı kişi olmadığını anlamış olacaktı ki çırpınmayı kesti. “Sakin ol, tamam, sadece gözlerini açacağım şimdi.” Kızın kahverengi gözlerini görebiliyordu artık, içleri korku doluydu. Kızın neyden ya da kimden bu kadar korktuğunu merak etmişti. Kız ise doğruca Eren’in ateşin kızıllığında parlayan gözlerine sabitlenmişti, bakmaktan kendini alamıyordu. Belki de hemen dibindeki meşalenin sıcaklığı yüzündendi ancak vücudunu ateş basmış gibi hissediyordu. Sadece yanan odun sesinin doldurduğu birkaç saniyelik sessizlikten sonra şaşkınlığını bir derecede atlatan Eren sordu: “ Kimsin sen? Neden buradasın?” Kız sadece onun ilk sorusuna yanıt verebilmişti: ”Sina. Sina Hirana.”

 

                Sonra bayıldı.

 

 

2. Bölüm

Spoiler

 

                Göz kapaklarını delip geçen ışık kendisini rahatsız ediyordu. Gözlerini açtı. Bembeyaz bir tavana bakıyordu, yan tarafında pencere olduğunu ve gündüz olduğunu düşündü ama tam kafasını çevirip bakacaktı ki başının zonkluyormuş gibi ağrıdığını hissederek donup kaldı. Neyse ki başının ağrıması dışında başka ciddi bir acı hissetmiyordu, konuşabilecek kadar iyiydi: “N-neredeyim ben?” Sağ tarafında birinin oturduğu yerden kalktığını işitti.” Demek uyanmışsın. Nasıl hissediyorsun kendini?” Sina cevap vermedi aksine sorusunu tekrarladı: “Neredeyim ben?”  Kafasını çeviremediği için, sesinden erkek olduğunu anladığı kişiye bakamıyordu. “Keşif birliğinin karargahındasın.” Diyerek cevap verdi adam, ayak sesleri gitgide yaklaşıyordu. “Keşif birliği mi? O-orası da neresi?” “Seni kurtaran kişiyi hatırlıyorsun değil mi? Seni o getirdi buraya.” Beni kurtaran kişi mi? Sina’nın aklı hatırladığı son geceye kaymıştı bir anda, ateşte parıldayan kocaman gözleri hatırlayınca yanaklarının kızardığını hissetti.” 2 gündür uyuyorsun.” Diyerek açıkladı adam, yanına gelmişti sonunda. Kalkabilir misin?” diye sordu ve Sina evet anlamında başını salladığında doğrulmasına yardım etti. Kız artık onun yüzünü net bir şekilde görebiliyordu. İlk bakışta onun sanki hayattan bezmiş gibi göründüğünü inkar edemezdi, bunun en önemli nedeni ten renginin hastalık derecesinde soluk olması gibi görünüyordu. Yüz hatları sivriydi ve gözleri, sanki onları kasten kısıyormuş gibi küçüktüler. Sina, yüzüne bakarken onu bu hale getiren karanlık bir geçmişe sahip olmuş olabileceğini merak etmeden duramadı. Üzerinde bir çeşit üniforma vardı. “Su ister misin?” Diye sordu. Sesi de aynı surat ifadesi gibi düzdü ancak Sina hayatında daha önce hiç böylesine etkileyici ve asil bir şive duyduğunu hatırlamıyordu, adeta adamın ağzından çıkan her bir kelime bir şiir gibi geliyordu kulağına. Başını evet anlamında salladı ve adam ona bir bardak uzattığında serin su boğazından ferahlatırken en son ne zaman bu kadar lezzetli bir su içtiğini hatırlamaya çalıştı. “Pekala Sina –İsmimi biliyor, diye düşündü kız- ben Keşif Birliğinden Yüzbaşı Levi. Şimdi bana devler ve surlar hakkında tüm bildiklerini anlatmanı istiyorum.” “Ve emin ol, konuşursan sana zarar vermeyeceğim.”

 

                “Bundan yüzyıl önce insanoğlunun devlere karşı savaşmaya başladığı ilk vakit, karşı saldırılardan korunmak amacıyla üç büyük sur inşa edilmişti. Ne var ki insanoğlu bu savaşında yanlız değildi, onlara Kurucu Dev adını verdikleri biri tarafından- ne de olsa insanlık bu devlerin de bir başlangıcı olduğunu düşünüyordu- gönderilmiş 9 mucizeleri vardı: Dokuz Dev. Bu dokuz dev, diğer devler gibi akıllarını kaybetmiş değillerdi, onlardan farklılardı. Normalde insan formunda bulunabilen bu dokuz kişi istedikleri zamanlarda birbirinden farklı güçler taşıyan devlere dönüşebiliyorlardı ve kendi hemcinslerinin müttefikleriydiler. İnsanlar için umut kaynağı, savaşmaları için cesarettiler.

            

                Malesef ki bir zaman sonra, saldırılardan birinde bu devlerden üçü acı bir şekilde hayatlarını kaybetti. İnsanoğlu çok büyük bir yasa gömülmüş ve bir kez daha bir süreliğine aklıllarından çıkan ölüm gerçeğiyle yüzleşmişlerdi. Hatta bazıları artık bu müdafaların gereksiz olduğunu, insanoğlunun kaderinde devler tarafından yenilmek olduğunu savunuyorlardı. Devlerle savaşmaya devam eden ve diğer Altı Devi yanlarında bulunduran bir kesimle, savaşmaktan vazgeçmiş diğer kesim arasında ipler gerilmeye başlamıştı, her an bir iç savaş çıkabilirirdi.

               

               İşte böyle bir durumdayken insanlar, bir gün gizemli bir şekilde üç surun içinde üç kız bebek belirdi ve aileleri olmadığı anlaşıldığında bu bebekler alınıp hemen en içteki sura götürüldü. Burada bu bebeklerin bakımları üstlenilmiş, sahiplenilmişlerdi. İnsanlar, özellikle de surlara tapmaya başlayan Sur Tarikatı bu zamanla büyüyen çocukların Dokuz dev de olduğu gibi Kurucu dev tarafından gönderildiklerini düşünüyorlardı. Hatta bu kızlar, o ölen üç devin yerini doldurmak için bile gönderilmiş olabilirdi.

Zaman geçmesiyle bu üç kız büyümüştü ve garip bir biçimde doğuştan bir sürü bilgiye sahiptilerdi, ister bilim alanında olsun, ister sanat, ister hayatta kalma becerileri... Ve tabi ki de devlerle ilgili. Bu üç kız hakkında meçhul olan diğer bir şey ise konuşmaya başladıkları ilk andan beri kendi isimlerini biliyor olmalarıydı: En küçük kız Sina, ortanca Rose ve en büyük abla Maria.

              

               Surlara bu isimler konulmuştu.

 

                “Sonra bir gün...” diyerek devam etti Sina. Üzücü bir şey düşünüyormuş gibi görünüyordu. “Sur Maria devler tarafından delindi.” Bu tam da Maria’nın tam da 16. yaş gününden bir hafta önceydi. İnsanlar kendi canları peşinde koşarlarken tüm gözler başkentte hayatlarına devam eden üç kızın üzerindeydi, surların delinmesinin nedenin bu üçünden kaynaklandığına emindi herkes, o üç kıza karşı duydukları güven duygusu, yanında onlara hissettikleri saygıyla beraber bir anda yok olup gitmişti. Tam bu sırada o, bir zamanlar surlara delicesine tapan Sur Tarikatı’nın aklına saçmalıklarla dolu bir fikir gelmişti...

 

                Bu noktada kapı çalınmış ve Sina’nın sözü yarım kalmıştı. Levi “Girin.”  diyerek seslendi ve odaya Sina’nın hayran olduğu o gözlerin sahibi girdi. Ateş olmadan gözlerinin rengini iyice görebilmişti Sina, orman yeşiliydiler, belki de zümrütten bile daha çok parılıdıyor, daha güzel görünüyorlardı. “Nasıl oldun?” diye sorarak yanına geldi hemen. Sina yanaklarının bir kez daha kızardığı hissedebiliyordu. “B-ben iyiyim. Teşekkürler-“ “Eren” diyerek adını söyledi oğlan, 18-19 yaşlarında görünüyordu, esmerdi ve Yüzbaşı’nın giydiği üniformadan vardı üzerinde. “Teşekkürler Eren.” diye ekledi Sina. “Eren Sina’nın sözünü daha fazla kesmezsen sevinirim.” Eren, Yüzbaşı’nın da orada olduğunu unutmuştu bir anlığına. “İyi misin? Bir yerin ağrımıyor değil mi?” diyerek tekrar sordu Sina’ya emin olmak ister gibi. “Evet.” Eren hafifçe gülümsedi, Sina heyecanlandığını hissetmişti nedense, ve Sina’nın dibinden uzaklaşarak Yüzbaşı’nın oturduğu sandalyenin yanına gitti. “Pekala Sina, konuya geri dönelim, Sur Tarikatı kendilerini devlerden korumak için bir yöntem buldu diyordun, neydi o?” Sina bu soru karşısında nefes almış ve Eren’in soğuk su çarpmış gibi hissetmesini sağlayacak bir yanıt vermişti: “Kurban etmek. Maria’yı kurban ettiler.

B-benim kurban edilmem gerekiyor.”

 

 

3. Bölüm

Spoiler

 

                “Okyanus mu?” Armin’in neşeyle gözlerinin parlamasının aksine surların içinde bir okyanus olabileceği fikri Jean’ın içine sinmemişti. ”Evet.” diyerek açıklamaya koyuldu Sina. Keşif Birliğine getirilmesinin üzerinden bir hafta geçmişti, artık kendini tamamen iyileşmiş hissediyordu –iyi beslenmek yaramıştı- ve bu süre zarfında Keşif Birliğindeki birçok kişiyle tanışabilmişti: Patates yemeyi çok seven Sasha Blouse, asker tıraşlı kafasıyla Connie Springer, ukala görünmesine rağmen aslında iyi biri olan Jean Kirschtein, Okyanus sevdalısı Armin Arlert,  gözlerindeki bakışla çok tehlikeli görünen Mikasa Ackerman, Eren Jaeger; sıradışı tavırlarıyla Sina’nın ödünü koparan Bölük Komutan’ı Hange Zoe, kısa boyuna rağmen Keşif Birliği’nin en iyisi Yüzbaşı Levi Ackerman ve inanılmaz zekasıyla Keşif Birliği’nin Komutanı Erwin Smith bunlardan bazılarıydı.

 

                "Sur Tarikatı, Başkent ve Askeri İnzibat’ın da izniyle Maria’ya işkence etmeye başlamışlardı, eğer Maria’yı kurban edeceklerse bunu belli bir yerde yapmaları gerektiğini düşünüyor olmalıydılar...” Ses tonu sinirli bir hal aldı.”... ya da belki de sadece ona işkence etmek hoşlarına gitmişti. Maria sonunda dayanamadı ve Surların dışında sadece bu üç ‘Tanrıça’nın’ yolunu bildiği bir mabet olduğunu söyledi. Maria kurban edilmişti, onu Rose izledi ve... Esir tutulduğu onca ay boyunca yaşadığı fiziksel işkenceler ve psikolojik baskılar hala aklına gelmeye devam ediyorlardı. O zamanlar yaşadığı eziyetler kabuslarına giriyor, kendini tekrar tekrar o uçsuz bucaksız karanlık odada gözleri bağlı bir şekilde buluyordu. Kendini bir kez daha o anılarla boğuşurken buldu. “...geriye bir tek ben kaldım. Benim de kurban edilmem gerekiyor, ben kurban edilmek için var oldum, sizin ve surların içindeki onca insan için. Bu- durdu- benim lanetim.” Sesi ağlamaklıydı.

 

                Karar kesindi, haftaya surların dışında sefere çıkılıyordu.Toplantı sessizlik içinde bitmişti, herkes odasına dağıldı.

 

                Sina da kaldığı odasına, Yüzbaşı’nın odasına gitmek için toplantı odasından ayrılacaktı ki birinin kolundan tuttuğunu hissetti. “Bekle.” Eren’in sesiydi bu, sertti. Yüzbaşı Levi’nin odasındaki konuşmalarından beri ondan özellikle uzak durmaya çalışıyordu. Onunla tekrar konuşmak, o günkü dehşete düşmüş halini bir kez daha görmek istemiyordu. Bunu düşündükçe canı yanıyordu. “Bırak beni Eren, bırak beni. –Fısıldamaya başladı- Seni daha fazla üzmek istemiyorum, lütfen.” Eren kızı kendine doğru çevirdi, surat ifadesi de sesi gibi sertti. Sina’nın ricasından etkilemiş gibi görünmüyordu. Ellerini  onun omuzlarına koydu, bu hareketi Sina’nın kalbini hem hızlandırmış hem de acıtmıştı; sonsuza dek onun yanında olmak, onunla beraber savaşmak istiyordu oysaki. Konuşmadıkları o günler boyunca Eren bir an olsun aklından çıkmamıştı, bunun nedenini bilmiyordu fakat Sur Tarikatı’yla ilgili korkuları bastırdıkça tüm acılarını dindiren tek şey o oğlanı düşlemek olmuştu, kendisini kurtardığı o anı, gözlerini gördüğü o anı düşünmek aklını kaybetmesini engelliyordu. Acaba Eren de aynı şeyleri hissetti mi diye merak etmişti ancak oğlan bağırmaya başladığında öyle olmadığını anladı: ”Sen ne dediğinin farkında mısın? Kendini boş yere öldürmekten bahsediyorsun Sina. Maria da Rose de birçok kez yıkılıp onarıldılar, ablalarının ya da senin saçmalıklarınla bir alakası yok bunun. Kedini öldürmene izin vermeyeceğim. Eğer surların içindeki insanları korumak istiyorsan benim yanımda, bizim yanımızda savaşırsın. Biraz korkak olmayı bırakıp düşünmeye ne dersin Sina? Kendini kurban edilmeye o kadar inandırmışsın ama, aslında yaşamak için hiçbir cesaretin olmadığı için böyle davranıyorsun değil mi? Biz ya da diğer insanlar aslında hiç umurunda değil, değil mi?” Sonunda sustuğunda hala çok öfkeli görünüyordu. “Eren ben...” Cevabını almıştı, umutsuzca gözyaşlarının akmasını engellemeye çalıştı.  “Hey Sina hadi gel yemek yiyelim.” Eren’in omzunun üstünden gördüğü kızıl saçlı kızın ona seslenmesiyle Eren’in kollarından ve cevap vermekten kurtulmuştu.  O uzaklaşırken Eren yumruk yaptığı ellerini sıktı, “Sina” diye mırıldandı.

...

-          Bunu gerçekten yapmak zorunda mıyız, Levi?

-          Eren’in o kızı bırakacağını düşünüyor musun Hange. Bırakmayacak, sonuna kadar onu ikna etmeye çalışacak.

O bir hafta çok çabuk geçmişti.

 

 

4. Bölüm

Spoiler

 

                2 saattir ilerliyorlardı, Sur Maria’yı geride bırakmışlardı. “Saldırı Düzeni’ni alın!” diye bağırdı Komutan Erwin. “İlerlemeye devam edin! Panik olmayın!” Keşif Düzeni mi?, Jean şaşırmıştı, sadece 9 kişiydiler. Erwin hızlanır ve liderliğe geçerken Eren, Sina ve Levi haricindekiler de yanlara doğru açılmaya başlamışlardı. Hedefleri tam önlerindeydi, 7 metre boylarında bir dev onlara doğru ağır ağır yürüyordu. Eren nasıl olduğunu merak ederek Sina’ya baktı, korkmuş yada endişeli olmasını bekliyordu ancak Sina oldukça iyi görünüyordu, gözünü deve doğru dikmişti. Eren onun da Kurucu Dev’in 9 devinden biri olduğunu hatırladı, bu Sina’nın bir çeşit özelliğe sahip bir dev formuna geçebildiği anlamına geliyordu. Acaba nasıl bir dev olurdu?

 

                Mikasa ve Sasha hızlandılar ve Komutan’ı da arkalarında bırakarak deve doğru ilerlemeye başladılar. At üzerinde kalkarak çok yönlü makine teçhizatlarını kuşandılar ve aralarındaki mesafe iyice azaldığında Sasha devin üzerine atladı. O, devin farklı farklı kısımlarına tutturduğu kancasıyla hamlelerinden kaçınıp dikkatini dağıtmaya çalışırken bu sefer Mikasa da havalandı ve devin ensesini hedef alarak tam on ikiden kesmeyi başardı. Devden sıçrayan kan yüzüne ve saçlarına bulaşmıştı ancak Mikasa surat ifadesini bozmadı. Tam atına geri dönmeye hazırlanıyordu ki önünde onlara doğru yaklaşan bir başka dev gözünden kaçmadı. Bu sefer ki 11 metre civarındaydı.

 

                “S-sağ taraftan i-iki dev ya-yaklaşıyor!” Mikasa, Erwin, Levi, Eren ve Sina tam Connie’nin işaret ettiğin tarafa bakacaklardı ki fırsatları olmadan Jean’ın da bağırdığını duydular: “Sol tarafta üç dev! Boyları, 8,10,13 metre!” Etrafları çevrilmeye başlıyordu. Birden, arkalarını kollayan Hange şok olmuş bir şekilde haykırdı, sesi tedirginlik ve daha çok heyecan karışımıydı: “ Hiiia! Arkadan da devler geliyor! 4 taneler!” Arkalarından koşuşturma sesleri gelmeye başlamıştı, Hange’nin yanındaki Armin titreyen bir sesle ekledi: “Bunlar anormal!”

 

                Komutan Erwin bir an önce bir şeyler düşünmek zorundaydı; etraflarındaki devler, sayıları hızla artmaya devam ederlerken her geçen an yanlarına daha çok yaklaşıyorlardı. Ayaklarıyla atının iki tarafına vurdu, at kişnedi ve hızını arttırdı. Etrafları sarılmıştı, artık çevrelerinde 30’a yakın dev vardı lakin sadece 9 kişi olarak bu kadarıyla başa çıkmaları neredeyse imkansızdı. Hemen bir plan yapmalıyım, diye düşündü fakat süresi kısıtlıydı ve aklına onları nasıl yenecekleri konusunda en ufak bir yol gelmiyordu. Şu anlık gördüğü kadarıyla devler, aralarında bir atlının geçebileceği kadar boşluk bırakarak ilerliyorlardı. Tek kurtulma şansları onların aralarındaki boşluklardan geçmek olabilirdi, lakin geçseler bile devlerin onları takip edeceğinden emindi. Başka bir plana daha ihtiyaçları vardı.

 

                Bir anda bir atlının yanına yaklaştığını işitti, dönüp baktığında her nasılsa hala dehşete düşmüş gibi görünmeyen Sina’nın da kendisine baktığını fark etmişti: “Komutanım, bir fikrim var.”

 

                “Herkes beni dinlesin. Devlerin arasından geçiyoruz!” Simultane bir kişneme sesi duyuldu, dört nala kalkan atlar hızlanırken tüm Keşif üyeleri onlara doğru şapşalca ilerleyen devlerin aralarına yönelmişlerdi. Biri hariç. Eren, yanından geçerken atının hızını değiştirmemiş Sina ile göz göze geldi. Ne yaptığını sanıyorsun sen! Onu geride bırakırken Sina’nın ağzını oynatarak cevap verdiğini görmüştü: İzle.

 

                Dediğini yaptı ve tüm dikkatlerini artık ortalarında tek kalmış kıza veren devleri geçince atını durdurarak izlemeye başladı.

 

                Sina acil durumlarda kendini koruması için verilen ve kınında duran bıçağının keskin ucuna parmağını sürttüğünde bir anda çakan sarı ışık herkesin gözlerini kör etti. Kız, gökyüzüne kadar uzanarak onu saran buharların içinde kalmıştı. Buharlar kaybolduğunda artık orada 14 metreye yakın boyuyla bir dev duruyordu: Pek çok devin aksine devleştiği zaman suratı değişmemişti, hala öndeki tutamlarının beyaz bir tokayla bağlı olduğu –artık- keçeleşmiş saçlarının çevrelediği suratı insan halininkine çok benziyordu, aralarındaki tek fark yüz hatlarının daha yayvan olmasıydı. Boyutuna göre ince sayılabilecek vücudundaki tüm damarlar, yüzündekiler de dahil, gayet belirgin, koyu kırmızı bir renkteydiler. Diğer hemcinsleri şaşkınlıktan çıkarak ona doğru hücum etmeye başlarken dev halindeki Sina kocaman kirpikli gözlerini kapattı ve vücudundan kırmızı bir duman çıkmaya başladı.               

 

                Sina’nın özelliği bir çeşit asit benzeri zehirli bir gaz salgılamaktı. Bunu yapabilmeyi kanının içindeki, kanını temas etmesi ve soluması zararlı bir hale getiren bazı özel hücrelere borçluydu. İstediği zaman bu asitliği arttırabiliyor ve derisini yakarak kanındaki bu zehirli bileşiği gaz formunda dışarı atabiliyordu.

 

                Ellerini gözlerine siper etmiş Keşif Birliği tekrar görmeye başladıklarında Sina’nın yakınında duran devler yere yığılmışlardı, üzerlerinden buharlar çıkıyordu. Bir çoğu şimdiden iskelet hallerine dönmeye başlamışlardı.

 

                Asidik gaz tamamen dağıldığında, kalan devlerin işini bitirmek için atlarını koşturdular, ortalıkta 14-15 dev kalmıştı. Eren Sina’ya baktığında kızın ona yorgun bir şekilde kendisine gülümsediğini gördü, hareket edecek hali kalmamış gibiydi. Kız, atını koşturarak devlerin yanından uzaklaştı.

 

               

                Yüzbaşı Levi, aralarında en inanılmaz olanıydı, kendini bir ağaca bağlayıp havaya yükselmiş ve bir anda dönmeye başlayarak devin tüm kolunu tek bir hamlede yarıp geçmişti. Yarıklarından kan akmaya başlayan vücut parçası yere yığılırken Titan Kesici, kendini yakınlardaki başka bir ağaca fırlatmış ve ardından devin diğer kolunu hedef alarak onu da parçalamıştı. Adeta gözlerini kan bulamış bir halde devin vücudunu doğrayıp duruyordu. Bu kez de kancasını devin sırtına isabet ettirdi ve bacaklarının arkasından geçerek Aşil tendonlarını kesti. Dev oldum olası arkasına doğru yığılırken, Yüzbaşı durduğu yerden son anda yükseldi ve son bir hamleyle devin ensesini de keserek onu öldürdü.

                 

               Bölük Komutanı ve Komutan Erwin’inse ondan aşağı kalır bir yanları yoktu. Tek başlarına yüzleştikleri devlerin rastgele yerlerine fırlattıkları kancalarıyla bir oraya bir buraya sallanıyor, bedenlerini kesip durarak devleri acı içinde bağırtıyorlardı. Öldürme öncesi eziyetti bu.

           

               Diğer acemi üyeleri de gruplaşarak öldürmeye çalışırlarken bu sefer de Eren dev haline bürünmüştü: Kaslarla kaplı vücudu ve bir ejderhanınkine benzeyen sivri yüz hatlarıyla inanılmaz görünüyordu. O parlak yeşil gözleri, kelimenin tam anlamıyla önündekinin ruhunu delip geçen türdendi. Kendini öne doğru savurdu ve karşısındaki deve sert bir yumruk attı, dev yere yığılmıştı. Sağındaki diğer bir devle mücadeleye başlarken Sina onu büyülenmiş bir şekilde izliyordu; takım arkadaşlarının da devleri öldürmeye uğraşırken Eren’e hayranlıkla göz attıklarını gördü. Armin’in heyecanla gözleri parıldarken, Mikasa yüzünde bir gurur ifadesiyle bakıyordu.

               

 

 

5. Bölüm

Spoiler

 

                 Güneş batmaya başlıyordu, gökyüzüne bir kızıllık yayılmıştı. Bir süredir hiç kimse konuşmuyor, sadece atların tok toynak sesleri duyuluyordu. Tüm takım birkaç saat önce yaptıkları mücadeleden ve sabahtan beri yolda olmaktan yorulmuşlardı.

 

                “Hıaa.” Sasha’nın esnediğini duymuşlardı. Esneme, aynı bir hastalık gibi yayılırken Eren esnediği anda gözüne açık mavi gökyüzü takıldı. Ancak bu gökyüzü havada değil, tam önlerinde yerdeydi.  Doğru mu görmüştü az önce? Bir anda tüm yorgunluğu uçup gitmişti. ”Haa!” Armin’in aynı bir çocuğun mutluluğuna ve heyecanına sahip olan haykırışını hepsi işitmişlerdi. “İnanamıyorum! O-okyanus!” Eren ve Mikasa yüzlerini hemen ona doğru çevirdiler, ta küçüklüklerinden beri arkadaşlarının en büyük hayalinin okyanusu görmek olduğunu en iyi onlar bilirlerdi. “Evet, evet! Okyanus bu!” Armin sevinçten ne yapacağını şaşırmış gibiydi, kollarını iki yanına açarak başını arkaya yatırdı ve okyanustan gelmeye başlayan serin esintileri hissetti. “Yok artık! Bunların surların ardında olduğunu sanıyordum ben!” Sevinç naraları atıp duruyordu. Okyanus’a yaklaştıkça, dalgaların sesini duymaya başlayan diğer acemiler de yerlerinde duramaz olmuşlardı. Bölük Komutanı’nın, Yüzbaşı’nın ve Komutan Erwin’in gözlerinde de hayret ifadeleri görmek mümkündü. Suyun iyice kıyısına yaklaştıklarında tüm birlik atlarını durdurdu. Eren’in, parlaması Armin’inkilerle yarışan yeşil gözleri kocaman açılmışlardı.

 

 

                Armin, okyanusa doğru ilerlemiş ve botlarıyla çoraplarını çıkarıp üniformasının paçalarını sıvayarak ayaklarını serin sulara sokmuştu. Bir dalganın kendisine doğru geldiğini görünce şaşırdı.  Okyanus suları ayaklarının dibinde çakıl taşının beyaz rengine sahip sarmal bir şekil bırakmıştı.

 

                “Heeya.” Sasha Connie’ye su sıçrattığında, oğlan yanan gözlerinin acısını dindirmek için gözlerini elleriyle kapattı.

 

                “Dur bir dakika, bu da ne?” Jean önündeki turuncu şeye ilgiyle bakıyordu, nesnenin oval gövdesinin iki yanında iki kanca benzeri şey vardı. “Hey, Acemi, çok fazla yaklaşma.”  Diyerek uyardı onu Yüzbaşı Levi; diğerlerinin aksine okyanusa girmemiş, kumların üzerinde oturuyordu. Birden turuncu şey hareket etmeye başladı ve  bir an bile beklemeden Jean’ın bacağını çimdirdi. Jean’ın bağrışını duyan Sina hemen ona yardım etmeye gelmişti.

 

                Mikasa birleştirdiği avuçlarını suya daldırdı ve doldurduktan sonra elinden geldiğince sessiz olmaya çalışarak o anda batan güneşe bakmakla meşgul olan Eren’e doğru yürümeye başladı. Neyse ki Eren, dalgaların gürültüsünden onun geldiğini anlamamış gibiykjdi.  “Aaah!” Kız kendisine doğru su fırlatınca Eren neye uğradığını şaşırmış bir şekilde ona baktı, hazırlıksız yakalanmıştı, bakışlarında inanamamazlık vardı, ondan böyle bir hamle beklemediği çok açıktı. Şaşkınlığını atlatır atlatmaz o da ellerini suyla doldurarak Mikasa’ya karşılık verdiğinde bunu hiç beklemeyen kız, yüzünden su damlacıkları akar bir halde Eren’e bakarak mahçup olmuş bir şekilde sırıttı. Daha önce hiç olmadığı kadar saf bir neşeyle sırıtıyordu, bembeyaz dişleri ortaya çıkmıştı. Eren, yakın arkadaşının bu şirin haline aynı türde bir sırıtışla karşılık verdi.

 

                Sina yüzünde bir gülümsemeyle ikisini uzaktan izliyordu. Şimdi ne yapsam acaba? Diye düşündü kendi kendine. Yüzmeye kara vermişti, Sur Tarikatı tarafından esir tutulduğu 2-3 yıl boyunca hiç böyle bir şansı olmamıştı ancak aslında en sevdiği etkinliklerden biriydi yüzmek. Vücudunu suya bırakarak kulaç atmaya başladı. Herkes oldukça meşgul görünüyordu, onu gören kimse yok gibiydi. Tam bir iki kulaç atmıştı ki yanından bir ses duydu: “Sina, ne yapıyorsun?” Bir kişi dışında. Armin ona merak ve endişe karışımı bir ifadeyle bakıyordu. Sina onun bu haline güldü ve “Yüzüyorum.” Diyerek cevapladı. “Yüzmek mi, o da ne?” “Su üstünde hareket etmeni sağlayan bir yöntem diyelim. Göstermemi ister misin?” Armin olur anlamında başını salladığında Sina ona tuzlu suyun vücudunu nasıl taşıdığını, rahat olması gerektiğini, yapması ve yapmaması gereken şeyleri anlatmış, ardından nasıl kulaç atılacağını göstermişti. Yarım saatlik bir çalışmalarından sonra Armin yüzme işini az çok kavramış gibiydi. Sina, batmakta olan güneşin altındaki ufuk çizgisini işaret ederek:

 

                 ― Okyanus ta oraya kadar bitmez Armin, dedi.  

             

                “O kadar geniştir ki, okyanus üzerinde yüzerken kendini hiç olmadığın kadar özgür hissedebilirsin.”

 

              

               Eren, Armin’e bir şeyler göstermekte olan kızı, boş kaldığı her anında yapmaya başladığı gibi, hüzünle süzüyordu. Okyanus’u görmenin o akıl almaz ilk sevincini atlatınca, son günlerde yakasını hiç bırakmayan gerçeğin yüreğini tekrar pencesine aldığını hissetmişti. Biri tarafından boğuluyor gibiydi.

Buna daha fazla dayanamıyordu.

 

 

6. Bölüm

Spoiler

 

                Arkasında toplanmış arkadaşlarının gülüşmelerini duyabiliyordu, kamp ateşi etrafına oturmuş aynı rüyalarda olacak bir akşam yaşıyorlardı. Sina, onların uzağında bir falez kayasının üstünde duruyor ve kapkara bulutların ardından sızan gümüş ay ışığı altında renginin koyuluğu nedeniyle tam görülemeyen okyanusa doğru bakıyor, ritmik dalgalarının sesini dinliyordu. Yalın ayaklarının altındaki kayanın yarıkları arasında birkaç beyaz renkli gül büyümüştü. Hayatımın son gecesini geçirmek için çok güzel bir ortam, diye düşündü. Gözlerinde usul usul yaşlar birikmeye başlıyordu. Sonunda hayatındaki acılar bitecekti, sonunda kurtulacaktı; Sur Tarikatı’ndan, sözde kehanetlerden, ona ölmesi gereken bir şeymiş gibi bakan insanlardan, acılardan, devlerden... Ama bir şeyin onu rahatsız ettiğini hissediyordu, daha önce hiç düşünemeyeceği, aklına gelmeyecek bir şeyin. Keşif Birliğiyle geçirdiği bu iki hafta hayatının en güzel günleri olmuştu; daha önce hiç yaşamadığı kadar mutluluk yaşamış, kendini gerçekten de kitaplarda anlatıldığı gibi sımsıcacık bir arkadaş ortamında bulmuştu; Sasha, Armin, Connie, Jean ve... gülüşmeleri kulağına ulaştığında hafifçe gülümsedi, Eren. Eren’in yanından ayrılmak istemiyordu, hep onunla beraber olup vakit geçirmek istiyordu; aslında bakılırsa Eren’in yanında, nasıl olduğunu bile bilmediği bir şekilde ölmek istemiyordu. Bunu düşündükçe, ondan ayrılmak zorunda olduğunu düşündükçe canı yanıyor, kalbi acıyordu.

 

                “Sina?” Eren’in sesiydi bu, yanına gelmişti. Yüzünü Eren’e döndü:

 

               ― Efendim Eren?

 

                “Sina-“ diyerek söze başladı Eren, ancak Sina onun lafını kesti, Eren’in ne demek üzere olduğunu biliyordu. “Biliyor musun Eren, bunlar benim en sevdiği çiçekler.” Diyerek devam etti, ayaklarının dibindeki beyaz gülleri göstererek. “Bunlar her mevsim açabilir biliyor muydun?” Eren, o gülü daha önce görmüştü, surların içinde vardı onlardan. “Zariflikleri beni çok etkiliyor. Onca zorlu koşula, yağmura, kara dayanabiliyorlar ve bunu bir kez olsun bu nazik duruşlarından ödün vermeden yapıyorlar. Her şeye rağmen başlarını dik tutabiliyorlar. Onlar gibi olmak isterdim var ya, keşke, keşke onlar kadar cesur ve güçlü olabilseydim. Ama görüyor musun? Ne kadar dayanıklı olsalar da aslında çok narin görünüyorlar değil mi? Sanki gecenin karanlığında her an kaybolabilirlermiş gibi, işte bu yüzden onlara Hayalet Gül diyorum ben.”

 

                 Hafifçe dudaklarını büzdü, aklına diyecek başka bir şey gelmiyordu, buradan gitmedikçe bu konuşmadan kaçışı yoktu. Eren sessizce dinlemişti artık lafına devam etme sırası ondaydı:

 

               ― Sina ben, ben, biliyorum, bu seni vazgeçirmeyecek, seni vazgeçiremem ama ben senin ölmeni istemiyorum. Ben senin canına kıymanı istemiyorum, ah kimi kandırıyorum sanki, ben dayanamam. B-ben anlayamıyorum...

 

                Onun da gözleri dolmuştu. Onun o orman yeşili gözlerinde yaş görmek canını daha da çok yakıyordu Sina’nın. Hayır, yapma, dur. Önündeki oğlanı üzmek istemiyordu, ona zarar vermek istemiyordu. Onunla son konuşmalarının böyle olacağı fikrine katlanamıyordu.

 

                -... sen hiç korkmuyor musun? Düşünsene, ölümden bahsediyorsun, ölmekten, hayatını bitirmekten. İçinde ne olduğunu bilmediğin bir hiçliğe gitmekten. Bir daha asla buradaki güneşi görememekten, sıcaklığını hissedememekten, nefes alamamaktan. Armin’in, Mikasa’nın... bir daha hiçbir insanın sesini duyamamaktan, b-benim sesimi duyamamaktan.

 

                Eren, dur. Lütfen.

 

                Artık oğlanın gözyaşları ince sicimler halinde yanaklarından süzülmeye başlamışlardı. Sina onları parmaklarıyla silmek için yanıp tutuşuyordu ancak kendine engel olmak zorundaydı. Bu sadece ondan ayrılmayı daha da zorlaştırırdı.

 

                 ― H-hem baksana, devleri yenebildik. Hepsini öldürebildik değil mi? Biz, beraber, hep beraber. Bir sorun yok, diğer tüm devleri de öldürebiliriz, güçlüyüz. Surları koruyabiliriz, seninle ben. Güçlüyüm ben, hepsini öldürebilirim. Kendini öldürmene gerek yok. Yaşayabilirsin. Benimle beraber.

 

                Ağlama n’olur, dayanamıyorum.

 

                 ― Sina ben seni seviyorum. Biliyorum bu sana çok saçma gelecek fakat daha önce hiç hissetmediğim bir şekilde hissediyorum yanında. Hep sana bakmak, hep seninle yanyana olmak istiyorum. O yüzden lüt- sesi çatladı-fen, benim için yaşa. Benim için ölme.

 

                Yüzünü yavaşça kızın yüzüne yaklaştırmaya başladı. Gözlerinin içine bakıyor, kahverengi gözbebeklerinin ayın ışığında ne kadar güzel parladıklarını düşünüyordu, bakışları sımsıcaktı, içini ısıtıyor, gecenin soğuğuna rağmen üşümemesini sağlıyordu. Kızın da gözyaşları akmaya başlamıştı. Aralarındaki mesafe gittikçe azalıyordu, Eren bakışlarını kızın kendisine kiraz çiçekleri gibi gelen dudaklarına çevirdi. Sina artık onun nefesini yüzünde hissedebiliyordu. O gözlerine bu kadar yakın olmak aklını başından almıştı. Bulutlar dağılmış, ayın soluk ışığı her yeri aydınlatıyor, yüzlerine vuruyordu. Eren gözlerini kapattı, o an Sina’nın dudaklarının yumuşaklığını hissetmekten başka hiçbir şey düşünemiyordu. Aralarında milimetreler kalmıştı.

 

                Sina geri çekildi.

 

                Hiçbir şey demeden arkasını döndü ve Eren’den uzaklaştı.

 

 

7. Bölüm

Spoiler

 

                Keşif Birliğinin bu yolculuğa çıkan 9 elemanı yalın ayak bir halde kumsaldaki kızgın kumların üzerinde duruyordu: Sasha, Connie, Jean, Armin, Mikasa -nam-ı diğer Levi Takımı- ; Bölük Başkanı Hange ile Komutan Erwin ve Yüzbaşı Levi. Güneş gökyüzünde parlıyor, deniz dalgalanıyordu. Çok huzurlu bir ortamdı aslında ancak hiçbiri bunun farkında değilmiş gibiydiler, önlerinde durmuş denize girmeye hazır bekleyen Sina’ya bakıyorlardı. “Emin misin?” diye sordu Hange son kez, içten içe hala onun fikrini değiştirmesini umuyordu. “Evet.” Kafamı dolduran bu düşüncelerle daha fazla bu hayatta kalamam. “Selam ver!” diye emir verdi Komutan Erwin. Sina, Keşif Birliğinin yanında olduğu süre boyunca selamlamalarını öğrenmişti. Yumruk yaptığı sağ elini gögüs kafesinin soluna, kalbinin üzerine vurdu: “Kalbimi adıyorum!”

 

                Artık söylenecek bir şey yoktu.

...

 

                “Brrr.” Su soğuktu. İlerlediler. Su dizlerine gelmeye başlamıştı. Devam ettiler. Onlar daha derinlere giderlerken vücüt ısıları yavaş yavaş denizin ısısına alışıyordu.

             

               Yüzbaşı Levi’nin gözlerine gelmeye başlayan bir derinlikteydiler. Su yükselip alçaldıkça burnu ve ağzı ortaya çıkıyordu. Hey veletler, daha ne kadar ilerlemeyi düşünüyorsunuz. “Burası olabilir.” Sanki Yüzbaşı’nın dediklerini duymuştu Sina. İçinden bir his böyle diyordu. Derin bir nefes alarak suyun altına daldı. Diğerlerinin şaşırdıklarını duyabiliyordu. “Sina.” Armin’in kendisine, suyun rengiyle aynı olan gözleriyle endişeyle baktığını görebiliyordu. Kulakları sanki yüksek bir basınca maruz kalmış gibi hissediyordu. Altında duran, suyun berraklığında çok güzel görünen koca koca kayaların yığıldıkları bir alan gördü. Orası olmalıydı.

 

                Kayaları kaldırmayı başarmıştı, kayaların altında ahşap bir kapı duruyordu. “Nefesinizi tutun ve beni izleyin.” Sina tekrar suyun altına daldı ve kapağı kaldırarak içindeki merdivenden diğerlerinin teker teker aşağı inmesini izledi. En son arkasından kapıyı da çekerek kendi indi.

 

               

                Merdivenin sonu aynı buz gibi görünen, birbiri üzerine yığılıymış gibi duran kristallerle çevrili geniş bir odaya varıyordu. Kristaller birbirlerinden yansıyan ışıklarla kuzey ışıklarıymış gibi görünüyorlar, mavi- yeşil- mor- beyaz renklerde parıldayıp içerisini aydınlatıyorlardı. Rose’un da Maria’nın da getirildiği mabetti burası, tavanı yüksekti. Kubbe şeklindeki tavan yine aynı kristallerden yapılmış gibi duran sarmal desenli sütünlarla dengeleniyordu. Her yer ışıl ışıldı.

 

                Önlerine baktılar. Herkes hiç beklemedikleri bir şeyi görmenin karşısında tedirginliğe düşmüştü.

 

               Karşılarındaki, mabetin yarım ay şeklindeki duvarının önünde, tam da kubbe tavanın altındaki zeminde etrafı sanki oraya, kristalin üstüne yakılarak kazılmış gibi duran kapkara sembollerle kaplı birbiri içine geçmiş iki çember vardı.

 

                 İçinden bir ses Sina’ya içteki çemberin tam ortasına gitmesi söylüyordu ancak asıl garip olan o dairenin etrafı, mabetin duvarlarıydı: 14 metreye yakın iki dev, mabetin duvarlarına gömülmüş, üzerleri kristallerle kaplanmıştı. Sertleşmişlerdi ancak sadece vücutlarını değil tüm bedenlerini kullanmışlardı. Hareket etmiyorlardı, ölmüşlerdi.

 

               Her ikisinin de vücutlarının ortasına kazınmış eski yazılar vardı: Birinde “Sur Maria.”, diğerinde “Sur Rose” yazıyordu. Bunlar Sina’nın ablalarıydılar, bu devler. Maria, Rose.

 

              “Ablaların başarısız oldu.” Rahip yine tükürükler saçıyordu, Sina’yı omuzlarından tutarak sarsmaya başladı. “Ama beni iyi dinle ucube. Senin başarısız olma şansın yok, anladın mı beni. Ha, anladın mı beni!”

 

                 Ablalarının ikisinin de önündeki platforma nasıl zorla sürüklenmiş olabileceklerini gözünde canlandırabildiğini fark etti, zayıf düşmüş vücutlarının nasıl o iri adamlar tarafından çekiştirildiğini. Yüreğinde Rose ve Maria’nın nasıl bir korku duyabileceğini tahmin edebiliyordu. Ablaları için her şey çok ani olmuş, kendilerini bir anda nefret ve dehşet çukurunun tam ortasında bulmuşlardı. Kollarından tutup da onları kendi ölümlerine sürükleyen elleri...

 

                Ama Sina onlardan farklıydı. Ablalarının ikisinin de maruz kalmadığı lafları duymak zorunda bırakılmıştı, neredeyse en küçük olduğu için tüm hırslarını ondan çıkarıyor gibilerdi. “Kendi hemcinslerinizi öldürdünüz siz! Sizi besleyen, size bakan. Daha yeni doğmuş bebekleri, kutsal analarını öldürdünüz siz! Canavarsınız siz!” En güçsüz olduğu zamanlarında aklına sokulmuştu bu fikirler. Daha fazla bu düşüncelerin beynimi kemirmesine dayanamam, diye düşündü. Geceleri kendi acı dolu çığlıklarını, öldürülen insanların çıkarmış olacaklarını tahmin ettiği feryatları duyarak uyanamazdı.

 

                Bundan başka bir seçeneği yoktu.

 

              

               Birer birer takım arkadaşlarını süzdü, sanki tüm detaylarını aklına kazımak istiyordu. Üstlerine baktı: Erwin, Hange ve Levi. Teşekkür ederim. Her şey için çok teşekkür ederim. Artık yolun sonuna gelmişti, yolculuğu burada bitiyordu.

 

                Yürümeye başladı.

 

                Arkasını dönüp Eren’e bakabilecek gücü yoktu. Eren, diye düşündü. Sadece adını düşünmek bile kalbini hızlandırıyordu oysaki. Daha şimdiden bile onu görmeyi özlemişti. Ben de seni seviyorum. Adımlarını bozmadan yürüyordu. Çember şeklindeki alana çıkan kristal merdivenlere ulaşmasına adımlar kalmıştı. Arkasından itiş kakış sesleri gelmeye başladı: “Mikasa, Armin! Bırakın beni!” Eren durmadan o ikisinin tutuşlarından kurtulmaya çabalıyordu. Kollarından tutuyorlardı. “Bırakın beni! Gitmeme izin verin!”

Neden! Neden dünya bu kadar zalim bir yer?

 

                Önünde yürümeye devam eden kıza baktı. Sina, hey Sina, ne yapıyorsun öyle? Geri dönsene artık. Daha ne kadar benden uzaklaşmayı düşünüyorsun? “Rahat bırakın beni! Sina, dur! Görmüyor musunuz, kendi ölümüne gidiyor kız.” Nafile bir çabayla onları ikna etmeye çabalıyordu. Belki ona yardım edebilir umuduyla Armin’e baktı. “Hey Armin, bıraksana hadi beni.” Boğuk bir sesle konuşuyordu. “Hey, hala ona engel olabilirim, hey, BIRAKSANA BENİ!” Mikasa’ya döndü. “M-Mikasa, bırak beni, hadi bırak beni lütfen. Lütfen bırak beni.”

 

                Sina, merdivenleri çıkmıştı artık.

 

                 “Sina, dur! Dur!”

 

                Gözlerine inanamıyor, beyni sanki olan biteni algılayamıyordu. Ne zaman olmuştu tüm bunlar? Zincirlere sarmalanmış, kollarını bile hareket ettiremeyecek kadar zayıf olan, daha 10 gün önce gözlerine çok çaresiz gelen kız; ilk gördüğü anda gözlerine bir Tanrıça gibi görünen, bakmaya doyamadığı kız, ne zaman önündeki cesur kişiye dönüşmüştü ki? Ölümüne bile kendi adımlarıyla gidebilecek kadar güçlü olan kişiye. Adeta ellerinden kayıp gidiyordu Sina, kendisinin tek yapabildiğiyse elleri kolları bağlı kendisinden uzaklaşmasını izlemekti. İlk kez onunla beraber hissettiği bir duyguyu da alıp gidiyordu kız.

 

                 “SİNA!”

 

                Eren, özür dilerim.

 

                Çember şeklindeki alanın içine girdi.

 

                Şok olmuştu. Gözleri kocaman açıldı. Bu durumu tetikleyecek bir şey olmamasına rağmen dev haline geçmeye başlamıştı. Keşif Ekibi üyeleri gittikçe küçülüyor, kendisinden uzaklaşıyorlardı. “Sina! Sina! Sina!” Eren dehşet içinde kalmıştı. Hey, neler oluyor? Hey!

 

                 Anlamıyorum, diye düşündü. Hiçbir şey anlayamıyorum! Sina, neden böyle yaptın? Komutan Erwin’i görebiliyordu, o bile ne olup bittiğini anlamıyor gibi görünüyordu, onun da gözleri endişeyle doluydu. Sina acı içinde kükredi ve her tarafından buharlar çıkmaya başladı. Tüm vücudunu kaplamışlardı, hiçbir şey görülemiyordu. Eren’in hala kollarını çekiştirmeye uğraştırdığını gören Mikasa “Eren sakin ol, artık ona yardım edemezsin.” diyerek bağırdı. Buharlar dağıldığında ortada Sina’dan iz yoktu. Ama artık kristallerle kaplı üç kişi duruyordu duvarların içinde: İki dev ve bir kız. Kızın üstündeki yazıyı okuyabilmişlerdi.

 

                Sur Sina: Artık güvenli.

 

                Sina, hayır! Yapmış olamazsın. Yapmış olamazsın!  Dizlerinin bağı çözüldü ve Eren, Armin ile Mikasa’nın arasına yığıldı. Bu gerçek olamazdı. Sina gitmiş olamazdı.

Onları kendilerine getiren şey mabetten çıkan gürültüler olmuştu. Kristal duvarlardan, sütunlardan parçalanmaya benzer sesler çıkıyordu. Mabet yıkılmak üzereydi! Erwin bağırdı:

 

                 “Hemen burayı terk edin!”

 

                 “Eren kendine gel!”

...

            

               1 yıl geçmişti.

 

                Hala devlerle savaşmaya devam ediyorlardı. 1 yıl önceki acemiler artık uzman olmuşlardı. İlerleme kaydedip duruyorlardı. Sur Maria’nın biraz dışında, devlerin barınma ihtimalinin olabileceğin bir alan keşfetmişlerdi. Belki de artık bu savaşın sonuna yaklaşılmıştı.

 

                Eren bir ağacın gölgesine uzanmış, ılık havanın tadını çıkarıyordu. Güzel bir ilkbahar günüydü, kuşlar cıvıldıyordu. Mikasa’nın kendisine seslendiğini duyduğunda kalkmaya yeltendi ancak birden olduğu yerde kalakaldı. Beyaz bir gül görmüştü. Göğüsünün sıkıştığını hissederken Hayalet Gül, diye düşündü. Sina. O günlerin üzerinden bir yıl geçmişti ve onca zamana ya da savaşlara rağmen Sur Sina bir kere bile yıkılmamıştı. Hala içindeki insanları korumaya devam ediyordu; Keşif Birliğini, Eren’i. Sevdiği kişiyi.

 

 

                Belki de gerçekten Sina’nın kendini feda etmesi işe yaradı, diye içinden geçirdi Eren.

 

SON

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Merhaba, yorumun için teşekkürler. Eren, Sina ve diğerlerini bekleyen uzun bir yolculuk var aslında aklımda. O yüzden hikayeyi yazarken bölüm bölüm yazmanın iyi olacağını düşündüm, hal böyle olunca her kısım 400-500 veya daha fazla kelimeden oluşacak. Diğer kısımları da ilerleyen saatler de yayınlayacağım. Yine de her şey bittiğinde önerin doğrultusunda bölümlere son bir defa bakarım.

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

  • 3 hafta sonra...

Sevmediğim 2 şey var. İlki o işkencelere maruz kalmak istemeyen Sina'nın son partta bile isteye ölüme gitmesi durumundan hoşlanmadım. Biliyorum biliyorum amacı değerli arkadaşlarını ve sevdiği adamı korumaktı elbette eylemini anlıyorum ama yine de bu durum beni rahatsız etti. 2. olarak ise bence Eren'in öpücüğünü geri çevirmemeliydi...

Elbette bu iki olayın böyle sonlanmasında sorun yok ben sadece sevemedim bu iki olayı yoksa bu haliyle de bence oldukça güzel.

 

Onun dışında 2 eleştirim var. İlki sonlara doğru biraz acele ile bitirmişsin gibi geldi yani 12 part yapıp daha iyi işleyebilirdin. Son eleştirim ise Eren'in arkadaşlarının kız intihar ederken Eren'i tutmaları ve Keşif Birliği üyelerinin buna herhangi bir şey yapmamaları oldu. Bu elbette senin tasarladığın bir evren ancak ben de bilmem kaç yıldır Taçe'nin SNK çevirmeni olarak anime karakterlerinin karakterlerini biliyorum. - muazzam bir cümle kurdum :D - Yani buna Eren'den önce karşı çıkacak bir sürü karakter vardı. Sessiz kalmalarını tercih etmen bence olmamış. Kimseye veda etmeden mektup bırakarak gitseydi daha hoş bir son olabilirdi bence. 

 

 

Sur Sina: Artık güvenli.

Bu kısmı özellikle sevdim. 

 

 Belki de gerçekten Sina’nın kendini feda etmesi işe yaradı, diye içinden geçirdi Eren.

Bu cümle olmasa daha harika olabilirdi bence (: Şahsen sevdiğim adam intihar etse ve benim elimden bir şey gelmese bırak 1 yılı 100 yıl geçse bu cümleyi kuramam...

 

İmla ve yazım hataların azdı. Genel hatlarıyla en sevdiğim SNK FF idi. 

Başarılar diliyorum. Hayal gücüne sağlık.

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Eleştirileriniz için teşekkür ederim. Hoşunuza gitmesini sağlayabildiğim için  mutlu oldum. Tek demek istediğim:

On 6/26/2020 at 12:21 AM, Ari01 said:

Ben ölmek zorundayım, diye düşündü kız sonunda.

  İlk bölümdeki işkence kısmında;  çok uzun bir zaman, haftalar sonunda artık Sina'nın pes ettiğini, Rahip'in onun beynine onun gereksiz olduğunu ve yaşamaya değmediğini iyice vurguladığını anlatmaya çalışmıştım. Zaten FF, Sina'nın ölümüne dayalı sayılır. :(  Ve artık bu psikolojik baskılar çok geldiği için, ölmeyi kafasına koyduğu için Keşif Birliği sanki bu durumu kabullenmiş gibi yapmak istemiştim.

  Ama elbette ki sizin düşünceleriniz de doğru. Okyanus kısmı içinse Armin'in mutlu olmasını istedim. :D

İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Sohbete katıl

You are posting as a guest. Bir hesabın varsa, hesabınla göndermek için şimdi oturum aç.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Misafir
Bu konuya yanıt ver...

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı.   Restore formatting

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Editör içeriğini temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli bilgi

Forum kurallarımızı okudunuz mu? Forum Kuralları.